12 Kasım 2007 Pazartesi

Şiir, Dil, Vicdan Üzerine

Ahmet Ada


Mallarme’nin, “dünyada her şey bir kitabın içine girmek için vardır” sözüne yaklaşmayan bir şiirsel edim, şiiri de, şiiri hayatın merkezine yerleştirme anlayışına da yaklaşamayan bir edimdir. Şair zihinselliği Mallarme’nin sözüne uygun olarak işlediği zaman, işte o zaman şiire adanmış bir ömür söz konusudur. Şiire adanmak, şiiri varoluşun bir parçası kılmaktır. Bu işleyiş zincirleme birbirini izleyerek sürer. Şiiri varoluşun bir parçası kılmak, dili uzamın ve zamanın bir parçası kılmaktır. Dili uzamın ve zamanın bir parçası kılmak, dünyayı, ötekini, nesneleri bulunduğumuz yerden anlamlandırmak demektir. Şairin ufku, arzuları, düşleri, tasavvurları bulunduğu yerden ve zihinselliğinin içinden imgelere dönüşerek dile gelir.
Dile gelince, dil, konuşma dili bile eğretilemelidir. Şiir yazarken, doğal olarak dil eğretilemeli biçimde kullanılır. Şiir, düz anlatımla değil, değişmeceli (mecazî) dil ve söylemle oluşur.
Şiiri bilimsel olarak incelediğimizde, şiiri şiir yapan öğeleri ayrıştırmamız gerekir. Roman Jakobson’un sözlerini birkaç kez tekrarladım, yine tekrarlayacağım. Jakobson, şiirsel söylemin kurucu düzlemini açımlarken iki eksen belirler: ‘Seçme’ ve ‘birleştirme’ ekseni der bunlara. Şair önce eğretilemeli söyleyişe yol açacak ‘sözcükleri’ seçer; seçilen eğretilemelerin şiirsel işlev yüklenmesi ‘birleştirme’ ekseninde tamamlanır. Roman Jakobson’un ünlü tanımını bir kez daha buraya aktarayım: “Şiirsel işlev, eşdeğerlilik ilkesini, seçme ekseninden birleştirme eksenine yansıtır.” Şiirsel işlevin olmadığı şiirlerde, ya sözcüklerin eşdeğerliliği gözetilerek seçilmemiş, rastlantıyla bir araya getirilmiş ya da birleştirme ekseninde aksayan bir şey var demektir. Ezra Pound, “Gereksiz hiçbir sözcük, bir şey açıklamayan bir belirteç kullanmayın. ‘Barışın donuk ülkeleri’ gibi bir anlatıma heveslenmeyin, soyutla somutu birbirine karıştırır,” der. Şiirsel işlevin ‘birleştirme’ ekseninde tamamlandığı düşünüldüğünde Ezra Pound’un sözleri anlamlıdır.
Söylemek gerekir: Şair, dünyaya yeni bir gözle bakan insandır. Şiirini de, eskitilmiş eğretilemelerle değil, çağının ruhunu aktarabilecek yeni eğretilemeli - değişmeceli dil ve söylemle kurar. Ölü eğretilemelerden (metaforlardan) uzak durur. Ama konuşma dilinin enerjisine yaslanarak şiire içtenlik sağlaması istenir.
‘Ben’ söylemi (ben ben diyen şair) bir süre sonra her şeyi ben merkezli kılarak bıkkınlık verebilir. Şair, bir tiyatro oyuncusu gibi, başkasının dramını-trajedisini onun ağzıyla konuşarak dile getirebilir. Şiirin, şiir oluş serüveni yine yukarıda anlattığım biçimde işler.
Hiç kuşkusuz dil, yapı, biçim, biçem bağlamında her şairin kendine özgü birtakım özellikleri vardır. Şiirsel gelenek, o yenilenerek sürüp gider. Gidenek olur bir bakıma. Bakın şöyle: Ahmet Hâşim: “Canan ki gündüzleri gelmez/Akşam görünür havz üzerinde” demiş, Orhan Veli de, “Canan ki Degüstasyan’a gelmez/Balık pazarına hiç gelmez” diyor. Bu dizelerin yapı (structure) olarak birbirine benzediğini söylemeliyim. Oysa hem bilinç hem duygu bakımından ayrım ortadadır. Yaşantının, zihinselliğin ayrımı da belirgindir.
Şuraya gelmeye çalışıyorum: a) Bugün şair ‘seçkin’ bir konuma yerleşmiştir. Şair, bilimsel, sanatsal disiplinlerle hep iç içe olmuştur. Şiir, sonuçta, entelektüel bir üretimdir. Modern şiirin felsefesi bunu gerektirir. Şairin, hayatı, nesneleri, olguları yorumlayacak bir felsefesi olması, felsefenin şiiri zedelemeden şiire katılması zorunludur. Poetik kanavada yeniden üreteceğimiz felsefe şiirin gereksinimidir. Şair, felsefi düşünsellikle şiire yeni bir bakış açısı kazandırır düşüncesindeyim. Beraberinde de özgün biçem ve düşünsel derinlik - değer olarak - ortaya çıkar.
Söylemem gerekir: b) Türkiye, şaire ve yazara dar edilmeye çalışılıyor. Şair, yazar, düşüncelerini kamu içinde söyleyemez birey durumuna getirilmek isteniyor. Oysa şairin hayat içindeki yalnızlığı düşünsel birey olmasından gelir. Yazı odasında kendisiyle baş başa kaldığında şair-yazar, kendi hayatından çıkıp, hayatı başkalarının hayatı olarak da yaşayan bir kimliğe bürünür; öyle yazar şiirini, romanını.. Bu yüzden entelektüel kimliği ona, toplumunun ve dünyanın vicdanı olma yükümlülüğünü yükler. Hem de “entelektüelin artık toplumun yeni sınıfı olduğu” gerçeğine karşın; körleşmeyen, vicdani sorumluluğunu hisseden şair-yazar dili de bu sorumluluk içinde kullanır. Bu konumda olan şairin yazarın yalnızlığı da görecelidir. Kapandığı odasında “gürül gürül bir hayat”, başkalarının yüzleri ve kendi imgelem dünyası vardır.
Tam olarak böyle miydi, yoksa ben mi uyduruyorum, radyoda dinlediğim uzun havada geçiyordu:

Laleler sümbüller açsın da gidelim
Gidelim buralardan

‘Gidelim’ söz-eyleminin tekrarlandığı bu iki dize duygu bakımından ne kadar yoğun. Üstelik değişmece ve eğretileme de yok, çıplak ve süssüz. Türkçe böyle bir dil işte. Düz sözün bile bazen şiir olabildiği bir dil.
Şöyle söyleyerek bitirelim bu konuşmayı: Hayatın dayanılmaz hale geldiği Türkiye’de şair olmak zor. 1958 yılında Edip Cansever, şaire ve yazara hayatın dar edildiği günlerde, “Şiirdir artık vatanım” demişti. Küresel kapitalizme eklemlenme çabalarıyla her alanda bunaldığımız 2007 yılının 21 Mart Dünya Şiir Günü’nde ben de, “Şiirdir artık vicdanım” diyorum.

Hiç yorum yok: