Ahmet Ada, 20 Mayıs 1947’de Ceyhan’da doğdu. Şair, yazar. İlk şiiri “Tabuttur Kitaplar” ve Hilmi Yavuz’un şiiri üzerine bir çözümleme denemesi olan ilk yazısı “Hilmi’nin Çocukluğu” 1966’da Soyut dergisinde çıktı. Şiirlerini ve yazılarını Yeni Dergi, Papirüs, Varlık, Gösteri, Adam Sanat, Milliyet Sanat, Islık, Yaratım, Kitap-lık, Le poete travaille, Yom, Heves, Şiir-lik, Eski, Agora, Ünlem, Dize, Ada, Geceyazısı, Sonsuzluk ve Bir Gün, Cumhuriyet Kitap, Radikal Kitap dergilerinde yayımladı.
26 Ekim 2015 Pazartesi
6 Ekim 2015 Salı
18 Eylül 2015 Cuma
Kendi
değirmisinde bir azınlık/şair oluş: Ahmet Ada
Uluer Aydoğdu
Mutlubaharlarevi, İzmir, Eylül 2015.
Ahmet Ada’nın; Taşa
Bağlarım Zamanı[1]
(2009) adlı kitabından Taşın Sesi’[2]ne
(2014), oradan da son kitabı, ‘düzyazı şiirleri’ Yağmur Başlamadan Eve Dönelim’[3]e
(2015) düz-doğrusal (linear) bir hat, bir çizgi çektiğimizde bu üç noktanın
(tabii arada başka kitaplar/ noktalar da var) koordinat sistemindeki kronolojik
uğrak yerleri olduğu doğrudur, ancak bu düz-doğrusal çizgiyi, bu çubuğu alıp
iki ucundan bükerek birleştirirsek non-linear, yani düz-doğrusal olmayan bir
‘Ahmet Ada Çevrimsel Süreci’ elde ederiz.
Peki, güzel, ama ne işimize yarayacak bu?
Düz-doğrusal (linear) zaman algısı, bizi yaşayan;
içinde yaşadığımız ve sevdiğimiz ve öldüğümüz dünya yerine nicelikler dünyası
da diyebileceğimiz bir dünyaya koyar. Böylece bu dünya ve öteki dünya ayrımı
oluşur ki iki dünya demek iki gerçek, ya da 1977 Nobel Kimya Ödüllü Ilya
Prigogine’nin vurguladığı üzere “hiçbir gerçek demektir.” Buradaki asıl sorun ise
bir şeyin içinde olduğumuz zannıyla bir dışarısının, dolayısıyla da dışarıda,
her şeyin dışında bir efendi, bir otorite olduğunu sanmamız… “Bu, “evren
bilmecesini çözmüş” fakat onun yerine başka bir bilmeceyi, yani kendi
bilmecesini koymakla yetinmiş modern aklın trajedisidir.” Oysa düz-doğrusal
(non-linear) zaman anlayışıyla içerisinin ve dışarısının, başlangıç ve sonun
olmadığı bir açıklığa varırız. Öyledir, Ahmet Ada, Taşın Sesi’nde, varlık (being) ile oluş (becoming) arasındaki
ayrılığı ortadan kaldırıp kendisini dışarıda duran bir şair-efendi ya da
şair-otorite olmaktan çıkararak taş dediği oluşa, oluş dediği taşa, yani bütüne
katılarak içeri ve dışarının olmadığı büyülü bir ‘bütünün’ şiirine varır. Sanki
bütün, kendi kendine, kendini dillendiriyordur.
Ahmet Ada Şiir Evreni
Evren, eğer yalnızca ‘patateslerden’, yani büyük
cisimlerden, bu büyük cisimlerin kendi aralarındaki ilişki ve etkileşimlerinden
oluşsaydı (Descartesçı ve Newtoncu biçimde birbirinden ayrı, birbirinden
bağımsız üç boyutlu nesne ve düz-doğrusal, yani linear zaman anlayışı),
kendimize kesin bir başlangıç koyup bu başlangıç koşullarından hareketle
evreni, dünyayı, insanı, dolayısıyla da ‘Ahmet Ada Şiir Evreni’ni
açıklayabilirdik ama bu evrende yalnızca patatesler yok, bu evren, aynı zamanda
da daha küçük, belirsiz ve kararsız yapılanmaların, bezelyelerin de evreni.
Burada; koylar içinde koylar, bu koyların içinde devasa dalgalar ve gel-gitler
var. Küçük fırtınaların büyük fırtınalar gibi davrandığını görürsünüz ‘Ahmet
Ada Şiir Evreni’nde, non-linear, yani düz-doğrusal olmayan geri dönüşsüz
dalgaların -Geri alamam damlayan hüznün mürekkebini-Yağmur Başlamadan Eve
Dönelim, s. 13- var olan anlam, değer ve kuralların kıyılarını, sahillerini
ısrarla ve inatla dövdüğünü, bu alanı durmadan genişlettiğini.
Tamam, çevrimsel süreçlerin döngüsel olduğu,
döngüselliğin ise pek de yaratıcı süreçler olmadığı söylenebilir. Ancak çok iyi
biliyoruz ki evren de, dünya da ve giderek çevremizde gördüğümüz her şey
düz-doğrusal olmayan geri besleme ilmekleriyle birbirlerinin içine yerleşmiş geçici,
ama son derece verimli ve yaratıcı konfigürasyonlardır (yapılanmalar). ‘Ahmet
Ada Şiir Evreni’nde, düz-doğrusal (linear) baktığımızda başlangıç ya da son dediğimiz
uğrak noktaları non-linear, yani düz-doğrusal olmayan geri dönüşümsüz bir
bakışla anlam ve önemini yitirir. Öyle ki Ahmet Ada şiirinde, tıpkı çevrimsel
süreçlerde olduğu gibi sürekli bir ‘ölüm-yeniden doğum’ döngüsü vardır. Bu
yüzden ben ısrarla, Ahmet Ada’da ölümün aslında, yeniden doğum olduğunu
söyleyeceğim. Öyle görünüyor ki özellikle Taşa
Bağlarım Zamanı ve Taşın Sesi’nde
ortaya çıkan ‘ölüm korkusu’ aynı zamanda da doğum korkusu ve doğum kaygısıdır.
Tam da bu yüzden bu iki kitabın son derece yoğun non-linear geri besleme
trafiğiyle birbirlerini var ettiğini söylemek mümkün. Hatta birbirlerinin
içinde birer ‘doğum kanalı’ olarak uzandıklarını da söylemek gerek. Tam da bu
nedenle ‘Ahmet Ada Şiir Evreni’ kendi kendine, kendini organize eden, kendi
kendine, kendini var ettikçe var olup, var oldukça da kendi kendine, kendini
var eden ve dışarıdan bir efendiye, bir otoriteye gereksinim duymayan ‘self-organization’
(kendi kendine yapılanma) olarak görülmelidir.
Görebilen gözler, şairin Taşa Bağlarım Zamanı adlı kitabında zamanı bağladığı taşın aslında
raks eden kaos, yerinde duramayan, böylece ‘yerinde durmayarak duran’ bir
dinamik oluşum olduğunu görecektir. Kitapta, varlık (being) ile varoluş (becoming) arasındaki ezeli ve ebedi çatışma
ana motif olarak görünse de aslında bir varlık varsa, onun arasız, sürekli ‘oluş’
olduğunu ortaya çıkarıyor Ahmet Ada. Şu dizelerdeki ‘hiçlik’ vurgusu, “Belki
hiçlik bu denizden çektiğim/ Belki de hiçlik salyangozun kabuğundan çıkması” ya
da “Elimi uzatsam varlığımın hiçliği”, acı da olsa evrenin ya da doğanın ‘oluşmaktan’
başka bir varlığın olmadığının anlaşılmasından başka bir şey değil. Tabii, arka
planda hiç yoktan bir evrende yaşadığımızı göstermesi bakımından da önemli. Taş,
uyukluyor gibi görünse de, anlam değer ve kuralların ve dilin akışının, insanın
için için ve dışın dışın ağrıyışının, yerinde duramayışının, pervasızlığının ve
giderek başkaldırısının, başka bir söyleyişle de o raks eden kaosun ta
kendisidir. Her defasında damağımızda gelip geçmelerin, hallerden hallere
savrulmaların (faz değişimleri) o kekre, o hüzünlü tadı kalır böylece. Bu
geçici, ama verimli ve son derece yaratıcı döngüyle geçici olmayanın, o ‘varoluşun’
farkına varırız. Öyledir, sonsuzluğun açtığı parantezdir, kapanacaktır, ama
‘Ahmet Ada Şiir Evreni’ girdiğimiz sonlu alanı, o düz-doğrusal çizgiyi, o hattı,
o çubuğu iki ucundan büküp birleştirerek bu kronolojik iki uğrak yerini
sonlandırır ve böylece adeta sonsuzluğun sağlamasını yapar. Başlangıç ve son
birbirine bağlandığında görülecektir ki bir şeyin içinde olduğumuz zannıyla var
sandığımız dışarısı kendiliğinden ortadan kalkmış ve mağlubu olduğumuz o metafizik,
o aşkın sulardan uzaklaşmış ve evrene yeniden dahil olmuşuzdur. İşte evrene,
dünyaya dahil oluşumuzun şiiridir Ahmet Ada şiiri.
Hele bir uyanıp kalmaya görün
Yukarıda, Ahmet Ada Şiir Evreni’nin bir ‘self-organization’ (kendi
kendine yapılanma) olduğunu söylemiştik. Bunu söylerken, çevrimsel sürecin ya
da non-linear, yani düz-doğrusal olmayan geri dönüşümsüz zaman anlayışının
kendi kendine kendi canına kıydıkça kendi kendine, kendini yarattığını vurguluyorduk.
Burada yaratan da yaratılan da, cana kıyan da, canına kıyılan da çevrimsel
süreçlerden geçen evrenin, dünyanın kendi kendine kendisidir. “Bir varoluş cini olduğundan hiç
kuşku duymadığım Goethe, Faust’ta, Mephisto eliyle, “Hep yadsıyan o ruhum
ben!/ Çünkü oluşan her şey,/ Yok olmayı hak eder” derken aslında her şeyin,
dağların, uyuklayan kayalıkların, binaların, anlam, değer ve kuralların
termodinamiğin ikinci ilkesinin mağlubu olduğunu söyler bize şiir diliyle.”. Evren ya da dünya kendi canına kıydıkça
kendini yaratacağını bildiğinden kendi canına kıymakta hiçbir zorluk yaşamaz, değilse
hiçtir. Öyledir, “Dağ yolunda değişmeler içindeyken taşlar” (Taşa Bağlarım
Zamanı, s. 35.) Ahmet Ada da elbette ‘oluş’a doğru bükülür. Rumî’den çalarak söyleyecek
olursam: “Oyun tahtasında bu oyundan başkası yoktur” çünkü.
Ben evrenin, dünyanın, insanın ve giderek
etrafımızda gördüğümüz her şeyin kendinde kendi kendine, kendini var ettikçe
var olup, var oldukça da kendi kendine, kendini var eden birer “güç istençi”
olduğunu düşünüyorum. Bir belirip bir yok olan güç istençleri tam da
kendilerinden bekleneceği üzere birbirinden ayrı, bağımsız yapılanmalar olarak
ortaya çıkarlar. Şartsızlıktan şartlı tahliyeler söz konusudur çünkü. Kuvve
bütün olarak değil, sonsuz gerçekler olarak fiilleşir. Şöyle de diyebiliriz:
Sonsuzluk, sonlu alanlarda var olur ya da ölümsüzlük ancak ölümle mümkündür,
değilse sonsuzluktan ya da ölümsüzlükten söz edemeyiz. Fiil alanı birbirinden
ayrı, birbirinden bağımsız gibi duran, böyle görünen gerçeklerin birbirleriyle
karşılaşıp kapışma, birbirleriyle yeni dayanışmalara, yeni işbirliklerine
girişme alanıdır. Bu da zaten şeylerin/ gerçeklerin kendi imkan ve
kabiliyetlerini (şartlı tahliyedir hepsi) giderek daha büyük bütünlere açma ve
böylece her seferinde yeniden yapılanıp örgütlenme bilgisiyle örtüşen bir
bilgidir. Tabii, sistem dengedeyken, yani zamanın oku geleceği göstermediğinde,
yani bir yarın hayali, düşüncesi yokken oyuncular, aktörler, yani madde kördür.
Kördür çünkü sistem içeriden ve dışarıdan enerji akışları olmadığında var olan
konumunu sürdürme eğilimindedir. Bu durumda az önce söz ettiğimiz oyuncular bir
çeşit uyurgezer gibi hareket ederler ki sistem için bunda anlaşılacağı üzere
nice fayda vardır. Ancak ne olursa olsun, uyuklayan bir kayalık bile aslında
raks eden bir kaostur. Taş gibi deriz ya, eğilmez, yerinden oynamaz, ne
yaparsak yapalım katılığından asla vazgeçmez, o taş bile görebilen gözler için
mücadelenin, kavganın, kapışmanın sürdüğü bir alandır. Yani her şeyde, bir ‘burada
kalmayarak burada kalma’ bilgisi vardır. Hele bir uyanıp kalmaya görün.
“Dilsel bir direnç” olarak şiir
İşte Ahmet Ada da uyanıp kalanlardandır ve bunda, politik
bir bağlam vardır. Belki, Ahmet Ada için doğrudan ‘toplumcu gerçekçi’
diyemeyiz, ama şiirinin, özellikle de son kitabı, ‘düzyazı şiir’ler toplamı Yağmur Başlamadan Eve Dönelim’de “çağıyla
örtüşmeyen, çağından izler taşımayan şiir”e karşı “kendi içinde dilsel bir
direnç”[4]
gösterdiğini söylemeliyim. Son otuz-kırk yıldır Türk şiirinde kaybedilen
sınıfsal bakış açısının yeniden kazanılmaya çalışıldığını, bu bağlamda Ahmet
Ada’nın mevziiye girdiğini görebiliyoruz. Her ne kadar ‘uzaktan baksa’ da şair
“toplumcu gerçekliğin önemli bir deneyim olduğunun” farkında: “Ah benim gülüşüm
çalımlıydı gök bitiminde duran kızlara. Sonra otobüs bekleyen kızlara. Onlar
Gezi Parkı’nda da görüldü. İstiklal Caddesi’nde de. Ve onlar için ‘çapulcu’
denildi. Kırmızılı siyahlı gözüpeklikti topuklarına dek onlar. Naz, berrak, arı
sularla katıldı karnavala. Ben uzaktan baktım.” Ancak bu uzaktan bakış, pek de
uzakta duruyor gibi görünmüyor: Söylence
adlı şiirde (Yağmur Başlamadan Eve Dönelim, s. 22) “insanlığın sorunsallarını içeren, yeni
biçimsellikler taşıyan, izlek genişlemesi içinde olan”[5]
bir tavra, ‘yarınlı’ bir şiire dönüşüyor:
“… Parklar anımsıyor özgürlük isteklerimizi. Ondan
mıdır bilmem duvarlar kuşlarla dolu. Mevsimler savruluyor sökülen ağaçların
yerinde. Enginlikle buluşuyor kuş seslerinin içinden geçen Aşk. Böyle değişiyor
yenilgiler tarihi. Birikiyor usul usul su, bendini yıkıyor.
Sokaklar sarsılmaz değil, panzerler, ejderhalar
yenilmez değil. Şaşmaz balığım yürüyor özgürlüğe. Umudun gürzü iniyor Ferhad’ın
elinde. Dağ geçilmez değil.”
Kuşlu, çiçekli, insanlı ve yarınlı şiirin, yüksek
edebiyat/ şiir adına dışlandığı, politik olduğundan hiç kuşku duymadığım son
derece baskıcı ve zorba bir dönemden geçerek geldik buralara. Yarının olmadığı,
yani zamanın okunun geleceği göstermediği, yığınların bir çeşit dinsel huşuyla
iç döktüğü (sanki bir içleri kalmış gibi), ortalığı, neredeyse birbirine
tıpatıp benzeyen sürüyle ‘için’ kapladığı, hastalıklı sayıklamaların birbirine
eklendiği, bana yükseklerden, yücelerden
söz edin diye ünlüyordu Nietzsche, yükselmeyen
düşer: ya terakki, ya inhitat!, diyordu Tevfik Fikret, yerine, ‘alçaklığın’,
‘düşkünlüğün’ moda olduğu… Özgürlüğün; insanın özü olan akışı, pervasızlığı,
başkaldırıyı gürleştirmek olduğunu unutmuş görünüyor şairler, biz hatırlatalım,
burada kalan, oluş(a)mayan ölür. Tabii, Ahmet Ada’nın yeterince yankı
bulmamasında hem ‘killing by silience’ (sükut suikastı) denen politik bir tavır
var hem de uyuyup kalanlar, uyurgezerler arasında böyle bir etkileşimi beklemek
safdillilik olur. Yukarıda söz etmiştik, zamanın oku geleceği göstermiyorsa
madde kördür ve bu ortamda ‘oyuncular’ birer sleepwalker, uyurgezer olarak
birbirlerinden habersiz, birbirlerine yabancı elemanlar olarak biyolojik
yeme-içme ve çiftleşme aygıtlarına (sürü) dönüştürülmüştür.
Peki bu durumda ne olacak, hemen söyleyelim: Sistem
bütün imkan ve kabiliyetlerini tüketip birörnekleşerek tekdüzeleşinceye kadar
evrimleşecektir ki belki de bu sürecin sonuna çoktan geldik. Türk şiirinde
toplumcu yanların tamamen ortadan kalktığını söylemek sanırım abartı olmaz.
Yerine ‘yarınsız’, ‘geleceksiz’, ‘söyleyecek pek bir şeyi olmayan’ sürüyle iç
döküş, sızlanış ve sayıklamalar var artık. Zamanında kısmen yeni ve ilerici bir
üslup değişmesi olan İkinci Yeni’nin dili bile şimdilerde herkesin hiç de
sürpriz olmayan bir şekilde içinde debelenip durduğu bir bataklığa dönüşmüş
durumda. Yarın yoksa insan da yoktur, dolayısıyla şiir de.
Aydınlık sandığımız bilincimiz belki de bulanıklıktır
“Kendi değirmisinde gök/ Duyabiliyor musun”?, diye
soruyor ya Ahmet Ada, bu soru apaçık evrenin, dünyanın, doğanın, insanın kendi
çevrimsel sürecinde olduğunun farkındalığıdır. Descartçı ve Newtoncu algı
zamanı düz-doğrusal, yani linear ve nesneleri de üç boyutlu ve birbirinden
ayrı, bağımsız konfigürasyonlar şeklinde algıladığı için, böyle bir algının
mağlubu olarak çağımızın bir alameti niceliğin egemenliğindedir. “Şeyleri
büyüklükleri ve ömürleri açısından düşünme alışkanlığında olan bir uygarlık”tan
söz ediyorum. Bu yüzden, Merleau-Ponty’den haraketle aydınlık sandığımızın bilincimizin aslında
bulanıklık olduğunu söylemek mümkün. İşte, Ahmet Ada şiiri, bu bulanıklığı
oradan kaldırmanın da şiiridir. Öyledir, ‘durmadan duran’ evrenin sesini işitiriz,
o raks eden kaosun sesini, durulmuş, sade ve zarif Ahmet Ada diliyle. Varlığın
oluş, oluşun varlık oluşunu… Şöyle de denilebilir: Taşın Sesi, nicelikler dünyasından nitelikler, başka bir ifadeyle
“oluş” dünyasına geçen deneyimin sesidir. Bu bağlamda okuyucuyu bir bilinç
gezintisine çıkardığını söylersek sanırım en doğru tarifi yapmış oluruz.: “Taşın sesi suya değdi/Taze bir
sesti belki yeşil/Varlığım ürperdi duyunca/Ağaçlar kadar büyük müziği”.
“Güzel kitaplar yabancı dildeymiş gibi
yazılmışlardır”
Ve “kendi değirmisinde” Ahmet Ada’nın yarına,
insana, ‘oluş’a, direnişe alamet geldiği ‘açıklık’, Yağmur Başlamadan Eve Dönelim, adlı son kitabı… Kitabı okurken aklımda hep Proust’un “Güzel kitaplar yabancı dildeymiş gibi yazılmışlardır” cümlesi
vardı. Tıpkı fırtına gibi, tıpkı sel gibi, tıpkı volkanlar ya da kuşlar gibi…
Tabii, düzyazı
şiirler bunlar, ama “Düzyazı şiiri (poème en prose), şiirli düzyazıyla
karıştırmamak gerekir.”[6]
Gerekir, çünkü “Şiirli düzyazı düzyazıya aittir.”[7]
Bunları şu nedenle söylüyorum: “Şiirli
düzyazı (prose poème) romanın, öykünün dili olabilir, olmayabilir de. Sözgelimi
Yaşar Kemal’in dili şiirli düzyazıdır. Düzyazının içinde kalır”[8]
ve “Seçkin şiir okuru şiirli düzyazı ile düzyazı şiirin ayrımına varır ve öyle
okur.”[9]
Diğer yandan, bu kitapta Ahmet Ada, ‘oluş’u, akışı, akışkanlığı var edip
gösteren bir üsluba ulaşmış. Bu üslup için Gilles Deleuze
ve Claire Parnet “… kendi ana
dilinde kekelemektir. Bu çok güçtür, çünkü bu tip bir kekelemenin gerekliliği olmalıdır.
Bu sözlerinde kekeme değil, kendi dilinde kekeme olmaktır. Ana dilinde yabancı
gibi olmak. Bir kaçış çizgisi yapmak”[10]
diyordu. Öyle görünüyor ki şair-oluş’la azınlık-oluş aynı ya da benzer şeyler
ve Ahmet Ada Türk şiirine böylesine bir azınlık/şair-oluş’u katmıştır. Öyle olmasa
“Yol devam edecek yol olmaya kendisi için” ya da “… çağları eskiten sokaklardan
öğrendim göğün sinemasını”, der miydi hiç? Deleuze ve Parnet’in yukarıda çok
güç olduğunu söylediği o kaçış çizgilerinden biri de kitaptaki Cellat çağı’dır (Yağmur Başlamadan Eve
Dönelim, s. 40): Ve boynumuz Emrah, sevdamız Karacaoğlan, isyanımız Pir
Sultan’dı. Saçtık Anadolu’ya göz göz sevinç tohumlarını. Kovaladık kibri kale
kapılarından. Usul usul düşerken gölgeler insanlık sofralarına, maviydi soluğu
Yunus’un. Yağmur yeğniydi, ırmaktan alıyordu gücünü./…”
Genel olarak;
'Mekanistik Dünya Görüşünün Ötesi' de diyebileceğimiz bir açıklık ve
berraklıkla düz, doğrusal (linear) olmayan bir zaman ve üç boyutlu uzaya
dayanmayan, yani Descartesçi/Newtoncu algının ötesinde bir zihinselliğin
sahneye/bilince indirdiği şiirler bunlar. Okuduğunuzda zihin, bilinç (sahne) ve
göz üçgeni de diyebileceğimiz kapalı devre sistem tamamlanacak, başka bir
deyişle böylece anahtarı çevirerek yeni bir paradigma altındaki çok boyutlu bir
dünyaya, ‘Ahmet Ada Şiir Evreni’, gireceksiniz.
[1] Taşa Bağlarım Zamanı,
Ahmet Ada, Metis Yayınları, İstanbul, 2009.
[2] Taşın Sesi, Ahmet
Ada, Şiirden Yayıncılık, İstanbul, 2014.
[3] Yağmur Başlamadan Eve
Dönelim, Ahmet Ada, Ve Yayınevi, İstanbul, 2015.
[4] Şiir Dersleri, Ahmet
Ada, Artshop, İstanbul, 2011, s. 50.
[5] Şiir Dersleri, Ahmet
Ada, Artshop, İstanbul, 2011, s. 51.
[6] Şiir
Yazıları, Ahmet Ada, Şiirden Yayıncılık, İstanbul, 2014, s. 65.
[7] Şiir
Yazıları, Ahmet Ada, Şiirden Yayıncılık, İstanbul, 2014, s. 65.
[8] Şiir
Yazıları, Ahmet Ada, Şiirden Yayıncılık, İstanbul, 2014, s. 65.
[9] Şiir
Yazıları, Ahmet Ada, Şiirden Yayıncılık, İstanbul, 2014, s. 66.
[10] Diyaloglar, Gilles
Deleuze/ Claire Parnet, Bağlam Yayınları, Türkçesi: Ali Akay, İstanbul, 1990.
28 Ağustos 2015 Cuma
“Çağdaş lirik şiirin ve düzyazı şiirin
olanaklarını zenginleştirmeye
çalıştım”
Ahmet Ada ile
“Yağmur Başlamadan Eve Dönelim”i
konuştuk.
MİTAT ÇELİK
Mitat Çelik : “Yağmur Başlamadan eve
döneyim (YBED) yirmi ikinci şiir kitabınız. Çoğu düzyazı şiirlerden oluşuyor.
“Ey, kolları fıskiye şiir! İçten bağlıyım müziğe.” Şiirlerinizin müziğini
sorayım.
Ahmet
Ada: Düzyazı şiirlerin bir iç müziği var. Bunu şiirleri sesli okursanız
işitebilirsiniz. Modern şiirin en zoru düzyazı şiir ses olarak eksi konumdadır.
Atonal de diyebiliriz. Ama sözcüklerin kendi sesleri vardır. Sözcüklerden
oluşan şiir dili ses ve anlam üretir. Düzyazı şiirler de öyledir. “İçten
bağlıyım müziğe” derken kastettiğim budur. Melih Cevdet Anday, “dil söylemek
için değil, işitmek içindir. Her şey kulakta oldu bitti. Rimbaud, yıldızların
hafiften fru-fru ettiklerini duymuştu. Öyle ise dediklerini de anlamıştır”
diyor. İşitilen şey, şiirsel sözün müziğidir ve aynı zamanda anlam da üretir.
-Şiir tümceleriniz gramer
kurallarını çiğneyen bir konumda değil. Ne dersiniz?
-Anlamı
cisimleştirmek için sözdiziminde karmaşık bir yolu seçmediğimden. Düşünce ve
imgenin iç içe geçtiği yoğun şiir tümceleriyle yalınlıktaki derinliği bulmaya
çalıştım.
-Varlığın evi” başlıklı şiirinizde ölçülü bir
biçimde cinsellik giriyor şiirinize. Şiirlerinizde cinsellik ender işlediğiniz
bir konu. Yanılıyor muyum?
-Hayır,
yanılmıyorsunuz. Cinsellik hayatımızın bir parçasıdır. İnsanın bütünlüğünü
sağlayan bir olgudur. “Varlığın evi”nde erotik düzlemde yansıtmaya çalıştım.
-“İkinci adamın söylediği”
şiirinizde Gezi direnişindeki anti-kapitalist gruba, dayanışmaya, kardeşliğe,
barışa göndermeler var. Doğru mu kavrıyorum?
-Doğru
kavrıyorsunuz. Sekiz Gezi şiirinin ilki o. Şair öznenin şiirsel söylemiyle
değil, ikinci şahsın şiir söylemiyle olup biteni anlamlandırmaya çalışan bir
şiir. Öteki şiirlerde “biber gazı, duman, ağaç, park, polis, kırmızılı kız,
tazyikli su, kask, Taksim, Ali” gibi sözcükler direnişe, başkaldırıya gönderen
sözcüklerdir. Aynı zamanda dilde bir müziğin kurulması için kullanıldılar.
-“Sonrası ağustos” bölümündeki
“Opera binasının önünde” şiirinizde “Çiçeğe kesmiş opera binası / İçinde gül
sesli dostlarım var / Kuş yolluyorlar lacivert dağlara / Adresimiz belli olsun
diye” diyorsunuz. Mersin bir tutku mu şiirlerinizde?
-İçinde
yaşadığım mekân olarak Mersin, opera binası, deniz, kültürel atmosfer,
arkadaşlarım, saatler ölüme doğru ilerlese de, hem gözümün önünde hem de
belleğimdedir hep. Şiirlerime bir ucundan girmemesi düşünülemez.
-YBED’in kurmaca bir şiiri olan “Ahmet
Erhan’a Anmalık” şiiriniz humor barındırıyor. Neden böyle bir anlatımı
seçtiniz?
-Humor
ya da ironi şiiri zenginleştirici öğelerdir. Lirik şiire kattığınızda “aklın
inceliği” ile şiiri güçlendirmiş olursunuz. Bu şiirimde şairleri bir
orkestranın elemanları gibi göstererek ince bir alaya yol açtım. Ahmet Erhan’ın
erken ölümü, ölümle hesaplaşmayı gerektirdi. Bu hesaplaşmayı ince bir
alaycılıkla yaptım.
-Bu kitabınızla kendinizi hangi
şiire akraba hissediyorsunuz?
-Kendi
şiir deneyimim, başlangıçtan beri, dünya modern şiirine komşudur. “Yağmur
Başlamadan Eve Dönelim”de de, çağdaş
lirik şiirin, düzyazı şiirin olanaklarını zenginleştirmeye çalıştım. Dünya
şiirinin çoğu şairleri bir ritim estetiği kurarken, diğer yandan insanı,
dünyayı, hayatı anlamlandırma çabası içinde oldular. Anlamlandırmayı dolayımlı
olarak yapan şairlere komşu oldum. Geniş çağrışım alanları açtıklarını gördüm.
-Düzyazı şiirlerinizden gövdenizi
doğaya salmışsınız izlenimi edindim. “Olabilirsem dikili bir taş yıldızları
görürüm buradan” diyorsunuz. Nasıl bir şey doğa olmak?
-Saf
olmayan içkin bir şey ve içerdedir. Varlığa uygun bir şey diyebilirim. Toprak,
bitkiler, hayvanlar, deniz, Çiftlikköy; özgür ve aydınlık, hatta özerk bir
evren sunmaktadır bana.
-“YBED’e portre çizimiyle Köksal Çiftçi,
kapak ve iç desenleriyle Canan Güldal katkıda bulunmuş; bu da zenginleştirmiş
kitabınızı.
YAĞMUR BAŞLAMADAN
EVE DÖNELİM
Ahmet
Ada
Ve
Yayınevi, 2015,
98
sayfa, 15 TL
10 Ağustos 2015 Pazartesi
8 Ağustos 2015 Cumartesi
Ahmet Ada’dan yeni
şiirler:
“Yağmur Başlamadan
Eve Dönelim”
“Tarih de, doğa da, nesneler de şiire dönüşüyor elimde”
"Ey dünya, tüm ışıklarını yak benim için."
"Ey dünya, tüm ışıklarını yak benim için."
Ahmet Ada'nın yeni şiir kitabı, "Yağmur
Başlamadan Eve Dönelim" raflardaki
yerini aldı. Yeni kitabında düzyazı şiirin olanaklarını deneyen şair,
"Gezi şiirleri" ile o görkemli isyanı selamlarken kitaptaki bir
bölümle de Ahmet Erhan'ın anısını yaşatıyor. Canan Güldal'ın desenlerinin yer
aldığı kitapta şairin portre çizimini Köksal Çiftçi yapmış. Ahmet Ada’yla yeni
şiirlerini konuştuk.
Mitat ÇELİK
-Yeni kitabınız ‘Yağmur
Başlamadan Eve Dönelim’de (YBED) bozuk düzen yollarda yürüdüğünüz görülüyor.
Ülkemizin sorunları işaretleyen şiirler mi bunlar?
-Toplumsal ilgileri olan ve olup
bitene duyarlı şiirlerden oluşan bir kitap oldu bu. Tarihe şiirle not düşmüşüm.
Örnekse “Kandiller” şiiri. Oral Çalışlar’ın bir yazısında okumuştum. 1915
Ermeni olayları. Diyarbakır’da, Dicle nehriyle Ermeni aileler sürgüne
gönderilmiş. Her yıl Dicle üzerindeki köprüde o günleri anımsatan bir ritüel
yapılıyor. Karpuzlar kesilip içine yanan kandiller oturtuluyor. Gece, kandiller
yanan karpuzlar nehre bırakılıyor. Gidenler anılıyor. “Kandiller” bu bağlamda
nesnel bağlılaşığı olan şiir. Halkın belleğinde yaşayan olaylar zinciri şiir
diliyle yeniden kuruluyor. Sonra “Ahmet Erhan’a Anmalık” şiiri. Gezi şiirleri.
Taksim’deydim. Tanık oldum isyana. Mersin şiirleri doğa tutkumdur.
-“Taşın Sesi”nden
hemen bir yıl sonra yayınlanan ‘Yağmur Başlamadan Eve Dönelim’ düzyazı
şiirlerin ağırlıkta olduğu bir kitap. Bunu konuşalım mı?
-Düzyazı şiir, şiirin en zorudur.
Ölçü ve uyak ortadan kalktığı için düzyazıya yakalanmak tehlikesi var.
Şiirselliği, yoğunlaştırılmış söz oluşundan, imgenin ifade olanaklarını
kullanışından gelir. Şiir tümceleriyle yazılır. Çok biçimli bir yapıda
olabilir. Düzyazı şiir çağdaş şiirsel söylemin bir kazanımıdır. Düzyazı şiir
şiirli düzyazı değildir. Şiirli düzyazı, düzyazıya aittir. Düzyazı şiir (poeme
en prose) tam anlamıyla şiir olan düzyazıdır. O nedenle ‘düzyazı şiir’ denilir.
Batı’da, Fransa’da, ‘düzyazı şiir’ yazılana kadar şiir birçok evrim
geçirmiştir. Dizeden, ölçü ve uyaktan, kısaca klasik şiirin biçimselliğinden
koparak özgür şiirsel söylem ve alan oluşturulur. Suzanne Bernard’ın ifadesiyle
şiir “sıkı doku, kısalık, etki yoğunluğu,
organik birlik” gibi nitelikler kazanır. Üstgerçekçiler düzyazı şiiri bir özgürlük alanı olarak
görürler. Bizde Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday, Ece Ayhan, İlhan Berk,
Sabahattin Kudret Aksal gibi öncülerin yazdığı düzyazı şiirler özgür şiir
çalışmalarıdır. Gelenekle bağları yoktur. Temeli şiir diline dayanır. Özdemir
İnce, “Çağımızın şiir sanatını kavramak, Lautremont ile Rimbaud’nun düzyazı
şiirlerini anlamaktan, bu iki dâhinin sunduğu özgürlük alanlarını kavramak ve
bunları kullanmaktan geçiyor. Bu, Fransız şairleri için olduğu kadar, Türk
şairler için de geçerli” diyor. Öte yandan Susanne Bernard, düzyazı şiirin
“basit bir şiirsel biçim yenileme girişiminden” çok farklı bir girişim, “bir
başkaldırı ve özgürlük tarzı” olduğunu yazıyor. Yazdığım düzyazı şiirler kısa
ve yoğunlaşmış şiir tümceleriyle oluşan izleklerdir. Biçim ve izlek üst üste
gelerek birbirini tamamlar. Hiçbir şiir tümcesi ötekinden bağımsız değildir.
Bağlam içindedir. Bir izlek oluşturmak için vardırlar. Yüzey yapıda düzyazı
biçiminde görünmesi yanıltıcıdır, anlam ve anlamlandırma derin yapıdadır.
-Düzyazı şiirlerinde sen’e sesleniş var:
Bazen Naz, bazen otobüs bekleyen kızlar, doğa, sökülen ağaçlar; kısaca bir
görüntü bolluğu içinde düzyazı şiirler: “Patikanın çiçeği doruğa tırmanacak
denizi görmek için” (s. 18) diyorsun. Belleğiniz böyle mi çalışıyor?
-Bellek
yakın tarihle birlikte çalışıyor. “Ağaç” denince Gezi İsyanı imgelemin
derinliklerinden öne çıkıyor. Birbiriyle ilintisiz gibi duran iki olgu iç içe
birbirini çağırıyor: “Onlar Gezi
Parkı’nda da görüldü, İstiklal Caddesi’nde de. Ve onlar için ‘çapulcu’ denildi.
Kırmızılı siyahlı gözüpekti topuklarına dek onlar.”(s. 20). Şiirin belleği,
doğa deyince özgürlük için mücadeleyi çağırıyor. Yazılan şiir düzyazı şiir de
olsa, imgelem ve imge buluşması şiiri berraklaştırıyor. Belki berraklaşan şiir.
Belki de onların özgürlük, eşitlik ve adalet taleplerini dile getirdikleri bir
karnaval bu düzyazı şiirler. Ama şu kesin: Dilin yoğun haliyle doğa / kültür
ikilemi aşılıyor, insanın içindeki ya da imgelemindeki doğa açığa çıkıyor: “Çekilirken Fenike güneşi Gezi Parkı
üstünden” (s. 22). Anakronik geçmiş. Bugün, dün, tarih birbirine karışıyor.
Hem yalın, hem karmaşık bir dünya dile yansıyor.
-Yeni şiirlerinizin bir komşusu var mı? Şiiriniz nasıl değişim geçirdi?
-“Yağmur
Başlamadan Eve Dönelim”, Rene Char’ın şiirlerine, bir de Melih Cevdet Anday’ın
“Rahatı Kaçan Ağaç’ına komşudur. O Etlik’ten geliyor Mersin’e. İkisi de
Mersin’de deniz kenarında oturuyor. Dünyadan uğultular alıp veriyorlar. Bütün
dertleri ‘büyük insanlık’. Boyunlarında asılı davulla ezilenlerin,
ötekileştirilenlerin sesi oluyorlar. Tarihsel bir kırılma olan Gezi İsyanı’nın
ruhuyla dolu olarak Ahmet Erhan’a uğruyorlar. Rüzgârı önüne katıp kovalayan
Ahmet Erhan sabah davullarıyla Mersin’e dönmeyi düşünüyor. Belki bütün bunlar
olmasını istediğim kurmaca şeyler. Şiirim biçimsel olarak bir değişim geçirdi
elbet. Düzyazı şiirin bütün olanaklarını kullandım. Sonra, “Ahmet Erhan’a
Anmalık” şiirinde, ölümü ironiyle aşmaya çalıştım diyebilirim.
-Adını andığınız şiirdeki ironi dikkatimi
çekmişti. Bunu konuşalım mı?
-Adları Ahmet olan üç şair: Ahmet
Erhan, Ahmet Telli, Ahmet Ada. Şiirde kurgusal düzlemde bir orkestranın elemanı
olarak yer alırlar. Ahmet Erhan’ın âni ölümü, “Biz üç Ahmet’tik kaldık iki” dizesiyle aktarılır. Öznenin
imgeleminde Gezi İsyanı vardır. Çağdaş Türk şiirinin 1970’ler ve 1980’lerdeki
kurucu üç adının bir orkestranın çeşitli çalgılarını çalan elemanlar olarak
kurgulanışı, hem başlı başına ironidir hem de şiirlerinin farklılığının
işaretidir. İroni, erken ölümlerle hesaplaşma olarak algılanmalıdır. Ahmet
Erhan’ın erken ölümü, Gezi İsyanı’ndaki ölümler: “Ah Ahmet dedim kendi kendime: Erken gittin orkestrayı bırakıp. Çelloyu
deneyecektik daha. Akasya sesiyle folkloru ” (s. 88) dizelerinde Ahmet’e
değil, onu aramızdan erken alan ölümedir ironi.
-Sizce nasıl bir
kalkışmaydı Gezi?
-Gezi
İsyanı gençliğin kolektif öfkesiydi. Sonuçları oldukça insanî boyutlara
dönüştü. Kardeşlik ve dayanışma ruhu bütün bir halk kesimlerini bir araya
getirdi. Siyasal iktidarın ayrıştırıcı, ötekileştirici söylemi de dayanışma
ruhunu engelleyemedi. Uzun süre ekonomik, kültürel, siyasal, hukuksal,
toplumsal olarak baskı altında tutulan toplum Gezi olaylarıyla ayağa kalktı.
Gençlik, bu hareketlenmeyi isyana dönüştürdü ve isyan kısa sürede Türkiye’nin
bütün parklarına yayıldı. Siyasal iktidarın baskı ve zulmü artmış ama direniş
de başka boyutlara taşınmıştır. Direniş boyunca, Türkiye’nin bütün kentlerinde,
müziği, resmi, fotoğrafı, şiiri, duvar yazılarıyla bir ‘direniş sanatı’
oluşmuştur.
-İmgenin temel koyucu bir işlevi var
şiirlerinizde. Düzyazı şiirlerinde de yazınsal imge var: “Yaz, kiraz küpeli bir
kız, ulaşılmaz güzellikte.” (s. 25).
-Düzyazı
şiirin de temel koyucu öğesidir imge. Bakın, alıntıladığınız dizedeki
sözcüklerin birbiriyle ilişkisine: Yaz, kiraz, kiraz küpeli kız yaza güzelleme
yapıyorlar.
-“…ey geride kalan
kartal gençliğim, farkındayım yarı yolu geçtiğimin, o yüzden göçük bir yanım”
(s. 29) diyorsunuz. Yaşlılık nasıl bir şey?
-Yaşlılık, geldiğini fark etmediğiniz
bir şey. Her şey yavaş yavaş oluyor. Ama önemli olan zihinsel olarak yaşlanmamak.
Sonrası ölüm. Bir yerde söylemiştim galiba,
toz direği olmak istediğimi. Bir başka şey doğa algısı. Doğa, bütün
varlığının büyüsüyle, görüneni görünmeyeniyle, yaşlılıkta her kıpırtısıyla
içimde değer kazanıyor.
-Şiiriniz başlangıçtan beri muhalif bir şiir.
Öyle ki, düzyazı şiirlerin bile söylemi muhalif. Birdenbire karşıma çıkabiliyor
muhalif bir şiir tümcesi: “Saklı ormanlara giriyor yer altı cephesi” (s. 56)
diyorsunuz. Yanılıyor muyum?
-Hayır, yanılmıyorsunuz. Muhaliflik
okunabiliyorsa sevindirici bir durumdur. Küçük düzyazı şiirlerde mimetik anlam
düzlemini dilsel imler ve göndermelerle kurarken hep şunu düşündüm: Muhalif
söylem, mimetik anlam düzleminde öne çıkacak mı? İnsanın özüne aykırı,
insanlığa sığmayan bütün edimlere karşı geliştirilen muhalif söylem göndermeler
düzleminden okunabiliyor demek ki!
-“Müzik, şiir”
başlıklı şiirinizde bütün hayatı, nesneleri, mevsimleri, fabrikaları, tersane
işçilerini müzik olarak algılıyor – yansıtıyorsunuz. Neden?
-Müzik,
bana büyülü bir sanat olarak görünmüştür. Nesnelerin, doğanın, evrenin kendi
için müzik ürettiğini düşünürüm. Müzik erinçtir.
-“Cellât Çağı” başlıklı şiirde “Ve boynumuz Emrah, sevdamız Karacaoğlan,
isyanımız Pir Sultan’ı” (s. 40) diyorsunuz. Halk ozanlarının kimliğinde Anadolu
insanının kısa tarihini bulmak olasıdır. Yunus Emre için “maviydi
soluğu”demişsiniz. Sonra, cesetleri kuyularda bulunanlara, kayıplara
gönderiyorsunuz okuru.”Bağ bozan adamlardık eskiden, İbrahim’in işkencede
öldüğü yıl mevsimler değişmişti ve biz güzellik olmuştuk.” Türkiye’nin acılarla
dolu yakın tarihine kısa yolculuk gibi bu şiir.
-Şiir
tarih buluşması diyebiliriz. Acılar unutulmuyor. Deniz’ler, Mahir’ler, İbrahim
Kaypakkaya’lar, isyan ve acılarla oluşan tarihin ucu Gezi şiirlerine ulaşır.
Özgürlük, eşitlik ve adalet için, boşaltılmış, yakılmış köyler için şiir.
Alışılmamış bağdaştırmalar, yalın imgeler ve içimdeki doğa yalnız şiir için.
Sözcükler de öyle. Tarih de, doğa da, nesneler de şiire dönüşüyor elimde.
-“Yazdır, bir öküz
yavaşlığıdır zaman” (s. 55) gibi imgeler şaşırtıcı değil mi?
-Doğanın
kendisi olmuş insan için yaz aylarının günleri uzundur. Bir öküzün yavaşlığında
geçer. İmge, imge olsun diye yapılmış değildir, bir gerçekliği dile getirmek
için yapılmıştır. Somuttan soyuta doğru işleyen bir kuruluşu var. Şaşırtıcı mı?
Sanmıyorum.
-Aslında yaşadığımız
kent Mersin’den, opera binasından, denizden, Toroslar’dan imgeler var “Son Şiir” adını taşıyan düzyazı şiirinizde. Poetikanız
belirgin: “Şiirlerinde tonal, düzyazı şiirlerinde atonal anahtarı kullanır.”
-“Yağmur
Başlamadan Eve Dönelim” için çizilmiş bir poetika değil bu. Genel anlamda şiir
ile düzyazı şiirin ayırt edici ölçütleri böyledir. Düzyazı şiirlerde ses olgusu
azdır. Şiirde ise ses ve anlam birliktedir. Şiiri, dünyanın seslerinin dolduğu
opera binasına benzetme bundan dolayıdır.
-Düzyazı şiirlerden
sonra “Sonrası ağustos” bölümündeki şiirler, Ece Ayhan’ın tanımıyla “sıkı
şiir”. Martıyı şapşal, güneşi çığırtkan olarak niteliyorsunuz. (s. 67). Neden
böyle?
-Tam
bilmiyorum ama belki gerçekliğin güzellemeye
dönük yönünü ters istikamete çevirmek, okuru şaşırtmak, olabilirliğin
görünümünü göstermek içindir. Şaşırtıcı olmak güzeldir. Öteki şiirlerde de var
alışılmadık bağdaştırmalar: Rüzgârın
çıkrığı, güneşin terazisi gibi. Türkçenin varsıllığı işte.
-Poetik yazılarınızda
dizeler arası bağıntısızlık ya da “bağlam” dediğiniz şey “Hüzün” başlıklı
şiirinizde belirgin: “Her şey ağustos değildi / Akşam, yere düşen iğne, / Uzun
aynalar, taş ustaları / İlgisiz nesneler de” (s. 77). Ne dersiniz?
-Modern şiir, sözcüğü öncelediği,
onda patlama yarattığı, böylece değerini açığa çıkarttığı için, dizeler arası
bağıntı ya da bağlama değil, sözcüğün çağrışım gücüne dayanır. Alıntıladığınız
dizeler de öyle: “Her şey ağustos
değildi” dizesinde düğümlenir öteki nesneler de, akşam da.
-Gezi parkı türküsü,
Kuğulu park türküsü, Çapulcunun türküsü, Taksim türküsü, Ali’ye ağıt şiirleri
göndermeleriyle Gezi isyanı için yazılmış şiirler. Çapulcunun türküsünde,
“Haydi, güzel kırmızılı kız, sevincim / Gençken, güzelken, delikanlıyken dünya,
/ İnceydi direnişin, çoğalıyor elden ele, / Ağaçken orman oluyor düşlerimiz de”
(s. 95) dizeleriniz kırmızı elbisesi nedeniyle “kırmızılı kız” olarak anılan
direnişçiye doğrudan gönderiyor. Doğrudan ya da dolayımlı söyleyiş; bu konudaki
düşüncelerinizi öğrenebilir miyim?
-Şiir,
dolayımsız söyleyişle de dolayımlı söyleyişle de yazılabilir. İsyanı sıcağı
sıcağına ve slogan kullanmadan yazmak sonu gelmez araştırma alanlarına girmekle
olasıdır. Boyuna şiirin toprağını kazmak gibidir. Gezi şiirlerinde olanı
yazmadığım açık. Direnişten, gerçekçi ve
lirik özgürlük türküsü yapan bir tutum benimkisi.
Yağmur Başlamadan Eve Dönelim, Ahmet Ada,
Ve Yayınevi, s. 98
11 Haziran 2015 Perşembe
Rene’ Char Üzerine
Ahmet Ada
Rene’ Char’dan ilk çeviri Tahsin
Saraç’a ait: Seçilmiş Şiirler (1983).
Fransızcadan, ana dilinden yaptığı bu çeviri şiirler Char’ın çeşitli
kitaplarından bir seçmeyi içeriyor. Tahsin Saraç’ın arı, duru Türkçesi pırıl
pırıl ve dikkati çekiyor. Rene’ Char’ın Türkçedeki serüveni 1980 yılında Samih
Rifat’ın Seçme Şiirler çevirisiyle
sürüyor. Ada Yayınları’nın yayımladığı bu çeviride Henri Matisse’in on altı
deseniyle, şairin 1935-1960 yılları arası yazdığı şiirlerden kendi seçtikleri
yer alıyor. Samih Rifat daha sonra bu derlemeye yenilerini ekleyerek yayınlıyor,
(YKY, 2008). Özdemir İnce’nin Char’dan çevirisi ise Sessiz Oyun adıyla 1992’de yayınlanıyor; Armoni Yayınları. Bu çevirisi ufak tefek düzeltmelerle 2003
yılında Alkım Yayınları arasında çıkıyor. Dördüncü Rene’ Char çevirisini Kırmızı Açlık adıyla Fuat Çiftçi
yapıyor; Şiiri Özlüyorum Kitaplığı, Ocak, 2015. 2014’de yitirdiğimiz Hüseyin
Çiftçi’ye adanan yeni bir çeviri bu. Fuat Çiftçi, Kırmızı Açlık’ın başına, “Rene’ Char Şiirine Giriş Denemesi”
yazmış. Char’ın şiirinin özünün toprakla, doğayla bütünleşen insanın geleceğine
dair işaretler içerdiğini vurguluyor. Sonunda da, “Yeryüzü insanına duyulan
umudun, işkenceye uğramış etlerle filizlendiği çağda, tanıdığı imge duyarlıklarıyla,
şiirde büyük yürüyüşün, toprakta biriken özsuyun, gökteki kocaman bulutların,
dalga dalga uzayıp giden ormanların büyük şairidir Rene’ Char” diyor. Char’ın
şiir poetikasını şiirsel olan biçemle ifade eden Fuat Çiftçi, bu şiirinin
özelliklerini kavrayıp açımlamaya çalışıyor.
Rene’ Char şiirine ilişkin Tahsin
Saraç’ın yazdıklarının izini sürelim: Rene’ Char’ın şiiri, insanı kirlenmediği,
arınıp durulduğu bir dünya özlemi barındırır. “Düşlem, imgelem, yarının
insanına aktarılabilecek en güvenilir zenginliktir bu bakımdan.” Bugün için bir
ütopya olan eşit, adaletli bir dünyanın var olabileceğini sezdiren şiiri
şaşırtıcı zenginlikte imgeler taşımaktadır. Dünyaya şaşkınlıkla bakan şairin
dizelerini okuruz. Sözcük tutumluluğu, az sözcükle birçok şeyi anlamlandırması
dikkati çeker hep. Sessizlikle de örtüşen bir sestir şiirinin sesi. Bu durum
düzyazı şiirlerinde de sürüp gider. Tahsin Saraç, onun ürünlerini şiir
tümcelerine dayanarak değil, sözcüğün baskın olduğu, sessizliklerin de sürüp
gittiği bir şiir olarak saptar. Saraç, “öten bir horozun sesinin, ötüş
bittikten sonraki sessizlikte bir süre daha sürüp gitmesi gibi” der. Parlak
söz, sözce, tümce yoktur şiirlerinde. İnsanın içsel boyutuna ışık düşüren imge
vardır.. Doğa, gördüğümüz doğa değil, içsel derinliği olan, devinimli haldedir.
Bütün doğa devinimleri; yel, dağ, ağaç, rüzgâr, su fısıltılarla konuşur
gibidir. Bir tılsım, büyülü bir söyleyiş, şiirlerinde, yorumlamayı da
gerektirecek şekilde cisimleşir.
Rene’ Char’ın şiiri kapalı bir
şiirdir, dolayısıyla hemen ele vermez anlamını. Üzerinde duruldukça bir yelpaze
gibi kat kat açıldığı görülür. İmgesel anlatımın kat kat iç evrene doğru
açılması, uç veren anlam öbekleri oluşturması derin bir şiir olduğundandır.
Maurice Blanchot da, “Günümüzde Char’ın bir eşi daha yoksa bu, onun şiirinin,
şiirin şiiri olduğundandır” demektedir ki, “şiirin şiiri” oluşu bir saptama
değildir yalnızca, bir ana özelliktir.
Tahsin Saraç “Rene’ Char Şiirini
Üzerine Birkaç Söz”de, onun şiirinin söylence ve ilkçağ havası taşıdığını,
sözcükleri çok kez eskil anlamlarıyla kullandığını vurgular.
Rene’ Char’ın yaşamöyküsüne
zamandizinsel olarak baktığımız zaman oldukça hareketli geçen bir süreye
yayıldığını görüyoruz. Fransa’nın güneyinde 1907’de doğuyor. Üstgerçekçiler topluluğuna
katılıp ayrılıyor. Birkaç kez evleniyor, birkaç kez âşık oluyor. 1940-45
yılları arasında Yüzbaşı Alexandre adıyla Fransız
Direnme Hareketi’ne katılıyor. Çok önemli görevler üstleniyor. “Hypnos
Yaprakları”nda gözlerinin önünde kurşuna dizilen B’nin ölümüne seyirci
kaldığını, çünkü koca bir köyün ne pahasına olursa olsun çatışma dışında
tutulması gerektiğini yazıyor. Yaşadığı süre içinde Paul Eluard, Andre Breton,
Albert Camus ile dostluklar kuruyor. Modern resim üzerine yazılar yazıyor. Özdemir
İnce, “T.Saraç’ın çevirilerinin Rene’ Char’ın şiir sanatını büyük bir başarıyla
aktarmış olduğunu belirtmemiz gerekmektedir” demektedir. (1992).
Özdemir İnce, Rene’ Char’ın değişik
kitaplarından yaptığı Sessiz Oyun adıyla
yayınladığı kitabın ikinci baskısına yazdığı “Rene’ Char’la Kırk Yıl” başlıklı
yazısında çeviri yöntemini şu söylerle dile getiriyor: “Alımlama ya da diliçi
ve diller arası çeviri, şiirin derin yapısı tasarımlanmadan, yalnızca yüzey
yapıya (soldan sağa yazılı cümleye) göre yapılırsa (olursa), şiir bir kaosa,
bir yamalı bohçaya dönüşür. Bu nedenle, ilk baskı için yakaladığımı sandığım
tutarlılığı bozmak istemedim.” Özdemir İnce, Rene’ Char’ın şiirini “şiddet ve
direnme” üzerine kurduğunu belirtiyor. İnsanın duygularını yatıştırma yerine sarsma
şiirsel eylemidir, demektedir. Bu bakımdan Albert Camus’nün ‘Başkaldıran
İnsan’ının etkisi görülüyor. Bu kitabın yazılışına katkısı düşünülünce bu etki
doğaldır. Onun şiiri üzerine uzun bir süre çalışan Georges Mounin, şiirlerin
tümünün açımlanmasının zorluğunu belirtiyor. Özdemir İnce’nin sözleriyle,
“şiirlerinin yarısının hâlâ kendisine kapalı ve karanlık olduğunu ileri
sürüyor”. Şiirinin Andre Breton’un şiirinden etkilendiği söylenen Char’ın, zıtlıklar, çelişkiler, gerilimler üzerine
parça parça ve bütünü tamamlayan çarpıcı imgelerle şiirini kurduğunu görüyoruz.
Felsefeden, resme, yontuya, edebiyata gidip gelen ilgi alanları onun şiirini
derinleştirdiğini, estetik düzeyi yükselttiğini, zenginleştirdiğini söylemek
mümkündür. Böylece “şiirin şiiri” ortaya çıkarken, onda yansılanan, hayatın
içinde bir oraya, bir buraya gidip gelen denge de kurulmaktadır. Görüneni,
görünmeyeni, bilineni bilinmeyeni dikey yapı içinde yansılayan bir şiir
kuruyor.
Rene’ Char’ın kenti değil, Provence’ın
kırlarını, doğayı varlığın içsel titreşimleri olarak aydınlatışı yaşamıyla
örtüşen bir şiir yazdığını gösteriyor. Modern şiirin kurucu şairi Char, doğanın
çevrenini bedeni kılmış gibidir. Renk, koku, ağaç, ırmak, kuş, incir ve badem
ağaçları, şimşek, kayalıklar, ama hepsi iç ve dış doğa olarak kişiliği oluyorlar adeta. Bazen doğanın
kendisine dönüşüyor, diyor Özdemir İnce. (Hayvanlar, bitkiler… Belki füze
rampalarına karşı duruşu, doğanın yok edilmesine ve savaşa karşı tutumunun bir
sonucudur.)
Hemen belirtmekte yarar var: Özdemir
İnce, dili, yapısı karmaşık bir şairin şiirlerini Türkçeye başarıyla aktarıyor.
O da, Semih Rifat da, Char şiirinin kabuğunu çatlatıp içine giriyorlar.
Rene’ Char’ın şiirlerinin Türkçeye
geç çevrildiğini söylemeliyim. 1960’larda, İkinci
Yeni’nin egemen olduğu bir dönemde çevrilmeyişi, çevrilemeyişi mi desem,
şiir evrenimizin şiir kanonu içinde kalmasına neden oldu diye düşünüyorum. Ne
yazarsa yazsın onu kendine özgü kılan Rene’ Char farkı ortaya çıkan bir şair o.
Türkçede usta çevirmenler onun biçemini
yansılayacaklardı, geç de olsa sonradan bu başarıldı. Erken çevrilseydi şiir
evrenimizin değişmesine yol açabilirdi.
Georges Mounin, Char’ın “Düğün Yüzü”
şiirini okuduğunda, “yabancı bir dille karşı karşıya olduğum duygusuna
kapıldım” diyor. Onun kendine özgü dilinin çetrefilliği Türkçeye çevrilmeyi güçleştiriyor
belli ki. Ne var ki, Tahsin Saraç’ın, Semih Rifat’ın, Özdemir İnce’nin, Fuat
Çiftçi’nin aynı şiirleri farklı tatlarla çevirdiklerine tanık oluyorum.
Bu yazıda kaynak olarak
yararlandığım Tahsin Saraç, Semih Rifat, Özdemir İnce çevirilerine yazılan
önsözlerde Rene’ Char şiirini tanımlama çabaları değerlidir. Şiirlerin de önsözlerin
yol gösteriliğinde okunması gerekiyor. Çünkü, düzayak anlamı olan bir şiir
değil, kapalı, Semih Rifat’ın deyişiyle iç anlama evrilen bir şiirdir onunki.
Rifat, çevirisi konusunda şunları
yazıyor: “Başlıca büyüsü, her şeyden çok insanı yıldırım gibi çarpan
imgelerindedir çünkü; ve şiirsel imge başka bir dilde, başka sözcüklerle – çoğu
zaman – bire bir kurulabilen bir şeydir. Hele bu imge alışılmış gündelik
gerçekliğin dışında bir boylamda kurulmuşsa, neredeyse sözcüğü sözcüğüne bir
çeviri, imgeyi gözlerimiz önünde yeniden yaratmaya yeter.” Zamanının ve
çocukluğunun ruhunu, doğanın ve nesnelerin doğasını gözlerimiz önünde yaratabilen
imgelerde buluyoruz onu okurken..
Dört Rene’ Char çevirisinde şunu
gördüm: İmgeleri ifade edebilecek sözcüğü bulmak önemli görülüyor. Şair
çevirmenler farklı sözcüklerle aynı şiiri çevirmişler. Bu da, ortaya, semantik
farklılıklar çıkarmış. Küçük, anlamsal nüans farklılıkları bu şiirin zengin
imge yapısından kaynaklanıyor. “Bağlılık” adlı şiirin Semih Rifat çevirisi
Türkçe söylenmiş gibi sahici ve dilimize çok uygun: “Kentin sokaklarında sevgilim var benim. Nereye gittiği önemli değil
bölünmüş zamanın içinde. Artık sevgili değil, herkes onunla konuşabilir. Artık
anımsamıyor, gerçekte kim sevmişti onu?” Şiirin bütününü değil, tadımlık bir parça
aktardım. Rene’ Char’ın şiirini okur arayıp bulmalıdır. Büyük bir şiir
çıkacaktır karşılarına.
Kaynaklar
Rene’ Char, Seçilmiş Şiirler, Çev: Tahsin
Saraç, Adam Yayınları, 1983
Rene’ Char, Seçme Şiirler, Çev: Semih
Rifat, Ada Yayınları, 1990
Rene’ Char, Sessiz Oyun, Çev: Özdemir İnce,
Armoni Yayınları, 1992
Rene’ Char, Sessiz Oyun, Çev: Özdemir İnce,
Alkım Yayınları, 2004
Rene’ Char, Seçme Şiirler, Çev: Semih
Rifat, YKY, 2008
Rene’ Char, Kırmızı Açlık, Çev:Fuat Çiftçi,
Şiiri Özlüyorum K., 2015
4 Haziran 2015 Perşembe
·
"Ey dünya, tüm ışıklarını yak benim için."
Ahmet Ada'nın yeni şiir kitabı, "Yağmur Başlamadan Eve Dönelim" çıkıyor. Yeni kitabında düzyazı şiirin olanaklarını deneyen şair, "Gezi şiirleri" ile o görkemli isyanı selamlarken kitaptaki bir bölümle de Ahmet Erhan'ın anısını yaşatıyor. Canan Güldal'ın desenlerinin yer aldığı kitap çok yakında raflarda... (Bu kitap 500 adet basılmış ve tüm nüshaları numaralanmıştır.)
Ve Yayınevi, koleksiyon değerinde kitaplar...
14 Nisan 2015 Salı
Kültür
Mekânı Olarak Kent
Ahmet Ada
Sanat,
hayat ve popüler kültür bağlamında popüler kültür mekânı olarak kent olgusunu
irdelemek gerekiyor. Kentin küresel kapitalist dönemdeki değişimini yaşıyoruz.
Endüstriyel uygarlığın verili kültürünün insanı kuşattığı bir dönemden
geçiyoruz. AVM’ler, Forum’lar, kafeler popüler kültürün, tüketim kültürünün
mekânları olarak hayatımızda yer alıyor.
Her şeyin verili olduğu bir çemberin içindeyiz. Çemberin dışında kalanlara,
verili dili, sanatı, müziği reddedenlere aylak, serseri gözüyle bakılıyor.
Kentin, bir imgeler toplamı olarak sunduğu giyim-kuşam mağazaları tüketime
yöneliktir. Eğlence mekânları genç kuşağı zihinsel olarak da kuşatıyor.
Niteliğe değil, niceliğe öncelik veren tüketim düzeneği göz boyacı. Ve yeni
sömürü alanlarıdır.
Mersin’deki
kentsel gelişimi de toplumbilimsel travmalar ile kültürel dönüşümlerden okumak
olasıdır. Küresel kapitalizm ve endüstriyel uygarlık açısından kentteki
gelişimi semtler örneğinden yola çıkarak açıklamak olasıdır. Hangi semt küresel
kapitalizmin ve endüstriyel uygarlığın ürünlerini taşıyorsa, orası kentin
merkezi oluyor. Mersin için, önceleri, Cumhuriyet alanı ile Muğdat çevresi
merkez olarak anılırken, yukarıda belirttiğim gelişmeler nedeniyle bugün merkez
Forum’dur.
Şu
anda, içinde yaşadığımız zaman ve mekânın bize sunduğu şeyleri tüketiyoruz.
Tüketim toplumu bize karar verme olanağı tanımıyor. Gereksinimiz olmadığı halde
tüketmeye yönlendiriliyoruz. Ülkemizin kültür endüstrisi de öyle çalışıyor.
Çoksatar romanlar örneğinde olduğu gibi. Estetik değer önemli değil, ölçü
çoksatar olmasıdır. Piyasa toplumunun insani olmadığını has sanatçı biliyor ve
uzak duruyor bu ortamdan. Bize hale gibi sunulan büyünün dışında düşünebilmek
çok önemli görünüyor. Bu ortamdan çıkabilmek için düşünebilmek ve karar vermek
zorundayız. Bu da dizgeyle araya mesafe koymakla başlıyor. Aylaklık, çizgi dışı
olmak – tüketim mekânlarının büyüsünden kurtulmak için zorunlu yönelimler
olarak görülüyor.
Modernliğin
ya da küresel kapitalist dönemdeki kentin ideoloji ürettiği biliniyor.
Dolayısıyla içinde bulunduğumuz ortamın ideolojik yapılanmalar ürettiği de…
Kent yaşantısının ideolojik yapılanmasının kaynağı olduğu da biliniyor.
Bireyin, birey olma, kendi olma olgusu da bu yapılanmanın dışına çıkmasıyla
olasıdır. Kentin birey üzerindeki etkisi günümüz romanlarında belirgindir.
Kenti görüntüler, imgeler toplamı olarak düşünürsek, onun çözümlenmesi
yapı-söküme almakla mümkün olur. Kent, bir imgeler ormanıdır. Sıra sıra turunç
ağaçlarına bakmadan geçiyoruz. Deniz yokmuş gibi davranıyoruz. Cadde ve sokaklardan
insanlara bakmadan yürüyoruz. Celâl Soycan bu durumu Levinas’a gönderme
yaparak, “İnsan yüzlerinin silinmesi” olarak niteliyor.
Bütün
bunlara karşın, anti-kapitalist gelişmeler de, düşünce dizgeleri de almaşık
olarak gelişiyor. Mersin’de, Gezi olaylarını protesto eylemlerinin Forum
çevresinde yapılışı da bu kültürel gelişmelerle bağlantılıdır. Küresel
kapitalist ekonominin gelişimine koşut olarak kentin toplantı mekânları
değişiyor. Küresel kapitalizmin ekonomisi AVM’ler, Forum’lar, iş merkezleri, bankalar
çevresinde dönüyor. Bu döngünün genç kuşakları etkilediği açık; buna karşın
almaşık olabilecek düşünsel bir hale de gelişiyor. Yeni protesto yöntemleri de…
Almaşık sanat olanakları tartışılıyor. Karikatür, resim, müzik, sinema,
gösteri, tiyatro, duvar yazısı yeni biçimler içinde sunulabiliyor. Birlik ve
dayanışma duygusu gelişiyor – Gezi olaylarında buna tanık olduk. Kapitalizm
öncesi bir zihinselliği benimseyenler de var: Cemaatçilik. Bunu aşıp küresel
kapitalizmin parçaladığı insani ilişkileri başka türlü kurma çabaları sonuç
veriyor. İnsani olan her şeye sahip çıkarak demokrasi kültürünü de onarıyorlar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)