1 Aralık 2013 Pazar


16 Mayıs 2013 Perşembe



DÜNYAYLA DİYALOG OLARAK ŞİİR
Mustafa Günay
                                                                                         “sözcüklerim asılmış rüzgâra
                                                                          ağaçlara yol gösteriyor”(Ahmet Ada)

             Ahmet Ada’nın şiiri, insanın ve yeryüzünün hâllerine odaklanan niteliğiyle dikkat çeker. Onun şiirsel resimlerden oluşan bir dünya tablosu oluşturmaya çalıştığı söylenebilir. Doğaya bakan şair, sanki doğanın bakışını da şiirine taşır. Uçurum Otu kitabındaki şiirler de böyle bir bakışmanın yansımaları olarak görülebilir.
Ahmet Ada, dünyadaki şeyleri, insanın varoluşsal hallerini ve deneyimlerini gözlemler. Deniz ve bulutlar kadar, bir karınca, bir kedi ve bir ot da şairin bakışında ortaya çıkan dünya tablosunda kendini gösterir. Doğanın görünmesine, Herakleitos’un deyimiyle “gizlenmeyi seven doğa”nın açığa çıkarılmasına yönelik şiirini giderek derinleştiren ve çeşitlendiren Ada, gerçekliğe bakma biçimiyle de çağının ruhuna sert eleştiriler yöneltir. Bu bağlamda şiir yeryüzünün ve gökyüzünün, giderek evrenin tanığı hâline gelir. Özne ve nesnenin birliğine dayanarak kendini ortaya koyan şiir, dünyayı yeniden kurarken ve estetik biçimlendirmeleriyle gerçekliği yeniden konumlandırırken, varoluşsal temaları da ağırlıklı olarak işlemeyi sürdürür. Ada’nın şiiri, dünyada varolanı, “aylaklığın tözü”nden yola çıkarak dile getirmek ister: “benim aylaklığım izler bırakır / varlığımın doldurduğu boşluğa”.(s. 192)
“Bugün” şiirinde, “yeryüzü hallerine çalışıyorum kıyıda”(s.183) diyen şair, doğaya yönelik bakışlarını doğanın kendine bakışıyla buluşturarak varoluşun şiirini ortaya koymaya çalışır. Bu noktada “Yenilendim” şiiri örnek olarak ele alınabilir. Ada, bu şiirinde insanın dünyadaki varoluşunu hastalık, yaşlılık vb. olay ve olgular çerçevesinde işler: “şaşırdım dünyada olmaktan / sevindim taze bir güne uyanmaktan / bir bilgenin uyanışı değildi bu / bir geyik yalnızlığı değildi bu / kabuğunu tazeleyen bir yaraydım / can havliyle iyileşen bir sayrı / sarsıldım kaç kez kalabalıklar içinde / (…) /sonra ne kadar acı varsa dünyada  / uzandım dokunmak için / bilge değildim sustum / geçerken caddeden bir abdal” (s.157).
Ahmet Ada’nın şiirinde estetik bilinç ile gerçeklik arasındaki etkileşimlerden beslenen bir söyleşi, diyalog söz konusudur. Şair, doğa ile söyleşerek şiirsel söylemini oluşturur. Doğada ne varsa Ada’nın şirinde karşımıza çıkar. Bu noktada yaşadığı coğrafyanın, Akdeniz’in ön planda olduğunu görürüz. “Ona Söyledim” şiirinde Akdenizli kimliğini açığa vurur: “Ona söyledim Akdenizli bir şair olduğumu / Işıltılı gecelerde şiir yazdığımı / Denize balığa kuşa ağaca. / Sesimin duyulmadığı kara parçalarında / Yağmura çıktığımı sabaha kadar / Binlerce kanat sesinin içime yerleştiğini / (…) Ona söyledim yaz geceleri büyüdüğünü / İçimdeki sınırsız göklerin, limonlukların, /Akdenizli şairlerin şiirlerinin bir de, / Bir de Mersin göklerinin yıldızlı yıldızsız.” (s.41). Tarihsel süreç içinde ortaya konulan uygarlık birikimine ve bundan kaynaklanan bir tinselliğe de işaret eden Ada, Akdenizli kimliğinin yalnızca doğa bakımından değil, tarih ve kültür bakımından da zenginliğine ve derinliğine dikkat çeker. “Olağanüstü Gün” şiirinde şöyle der: “İçimdeki Akdeniz var ya biliyor musun / Binlerce yıldan beri var / Bir bakışta bütün bitki örtüsü /Anlıyorum ki örtüyor üstünü / İyice yıpranmış ruhumun.”(s.44).Aynı şiirde şair, kendi kimliğine ilişkin de şunları söyler: “Kim miyim ben? /Akdeniz’i kuş kanadında dolaşan biri / (…) Kim miyim ben? Yıldızların çobanı”.(s. 44)
Akdeniz ve şehir olarak Mersin, uzun bir süredir  Ahmet Ada şiirinin başkenti durumundadır. Mersin’den çok söz eden Ada’nın bu kitabından da “Gece Duyurusu” şiiri örnek olarak verilebilir: “saat kulesinin uzun uykusu. ayın ışığı düşüyor / meydanın palmiyelerine. opera binası ışık içinde. /denizin gece duyurusu / uyuyan kentedir, fısıldadığı sözcükler / balıkçı teknelerine / yaz gecesi,  yıkıyor ellerini denizde / rüzgâr sancağını indirmiş, / gece, boğucu Mersin’de / (…) / ruhum meydanın tam ortasında / uzak yıldızları dinliyor” (s.189). Yaşadığı şehrin izleri ve görünümleri Ada’nın şiirlerinde oldukça yoğun biçimde karşımıza çıkar. Ama burası bir bakıma onun yeryüzüne baktığı ve uzakları da algılayıp dinlediği bir yerdir. Bu noktada Ada’nın dünyaya açık bir şiiri sürdürdüğü söylenebilir.
Mersin ve Akdeniz, onun dünyaya baktığı bir kıyı ve bir ufuk olarak görülebilir. Akdeniz, Ada’nın yeryüzünü düşünüp hissettiği ve şiirleştirdiği bir yer olarak karşımıza çıkar. Bu noktada şairin ufku ile dünyanın ufku kaynaşır ve başka ufuklara doğru genişler. Şiir hem burada, hem başka yerdedir. Bulunduğu yerin şiirini yazarken, şair aynı zamanda başka yerlerin de şiirini yazar. Ada’ya göre şair, “bir eski zaman terzisidir”. “Başka Yerde” şiirinde şöyle der: “Değil, bir kıyı parçası değil / Bütün kara parçaları sızmıştır / Özenle kurduğun şiirinin sözcüklerine / Bakarsın duyarım müziğini / Ya İskenderiye’den ya Kudüs’ten” (s.42).
Ada’nın Uçurum Otu kitabında yer alan şiirler arasında toplumsal ve siyasal söylemin en belirgin olduğu şiirlerden biri “Dilekçe”dir. Tarlalarda, fabrikalarda çalışanların sesine ses katan bir şiirdir. Yılgınlıklara karşı söylemiyle dikkati çeker. Kanın akmamasını dile getirir. Silah tacirlerine karşı dalgalanan özgürlük bayraklarından ve engellerden söz eder. Aynı zamanda her şeyin metalaştığı ve değerinin parayla ölçüldüğü bu çağı, dizgeleri eleştirir, doğayı ve insanı savunur: “Gelsinler üstümüze üstümüze / Ey her şeylerini parayla değiştirenler! / Biz menekşenin sapı oluruz / Kokarız yeryüzüne. İnsanlık kalır / kalırsa denize verdiğimiz dilekçeden.”(s.68).
Ahmet Ada’nın şiirinin dünyaya açıklığını, insanın doğaya yönelişinde de görebiliriz. Doğada gezinen şair, varolan her şeyin yerini ve anlamını bütünsel bir perspektifle ifade eder. Ada’nın yazdığı insancıl bir şiirdir, ama insan-merkezci değildir. Bu anlamda dünyadaki her varlığın şiirde yerini almasına ve konuşmasına izin verir. Şiir, varolanların bir sözcüsü olarak ortaya çıkar. Buyuran, dikte eden ve sınıflandıran bir söylem değil, aksine söyleşen, diyalog kuran bir şiirdir. Şiiri, bir bakıma şairin insanla ve dünyayla devam eden diyalogudur. Varolan her şey sırası ve zamanı geldiğinde bu diyalogda yerini alır. Ada’nın ortaya koyduğu diyalojik bir şiirdir. Burada söz konusu olan diyalog, yalnızca doğal ve varlıksal olanla değil, aynı zamanda insanî ve toplumsal olanla da ilgilidir. Şiir, bizi insanın kendisiyle diyaloga yöneltir. Kişinin kendisiyle söyleşmesine bir çağrı olan şiir, doğanın ve dünyanın büyük sessizliğinden de esinlenir.
Ada’nın doğaya dayanan, doğadan esinlenen şiirsel söyleminde, dilin biçimlendirdiği ve görünüşe çıkardığı bir doğa söz konusudur. Dil ve tinsellik, doğanın estetik bilinçte şekillenmesini ve görünmesini sağlar. Doğal ve insanî olanın birlikte, şiirin temelini oluşturması söz konusudur. Şairin doğaya bakışında sevgi ve bağlılık belirgindir. İnsana ve doğaya duyulan sevgi, Ada’nın şiirinin insancıl yöneliminin göstergesidir. Şair, dünyaya kalbiyle bakar. Bu bağlamda şiir de, sanki dünyanın kalbi haline gelir. Dünyanın kalbi haline gelen bu şiirde, artık dualiteye, ikiliklere yer kalmaz.
Hegemonik ve hiyerarşik bir nitelik taşıyan anlayış ve tutumların eleştirisinde de şairin bazı temel değerlere dayandığı söylenebilir. İnsanın insanca yaşama olanağını kaybettiği şehirlerde ve ağır bir yabancılaşmanın hüküm sürdüğü uygarlık mekânlarında Ada’nın şiiri, doğadan taşıyıp getirdiği canlı imgelerle, akıl ve modernlik sorgulamasını da gerçekleştirir. Ada’nın değer temelli şiiri ve poetikası, bazen açık çoğu zaman da örtük biçimde kendini ortaya koyar. Onun dünyanın durumu ve zamanın ruhu çerçevesinde, ülkemizin durumunu da göz önünde tuttuğunu görebiliriz. Yakılan ve boşaltılan köylerden, çocukları kayıp annelere kadar, yaşanan acıların ve trajedilerin Ahmet Ada’nın şiirinde yerini aldığını söyleyebiliriz. Diyalojik şiir, aynı zamanda paylaşımcı ve dayanışmacı bir şiirdir. Şiirin ve dayandığı değerlerin temelinde başlayan diyalog, başka bir dünyanın ve başka bir hayatın olanağına dair en güçlü umut değil midir?

Ahmet Ada, Uçurum Otu, artshop yayıncılık, 214 s.


Cumhuriyet Kitap, 28 Kasım 2013, Sayı : 1241































Çiçek kokan ağzı, 20.şiir kitabı 


Çiçek Kokan Ağzı, yeni şiirler, Şiirden Yayınları,
Dağıtım SAY Dağıtım -  Çıktı

Arka kapak yazısı :

Doğa, doğurgan ve besleyici niteliğiyle dişidir;  feminendir. Özellikle kapitalizmin belirlediği toplumsallığın her anlamda doğaya karşıt gelişimi, onu talan ve  tahrip eden rasyonalitesi, zihinde ve Dil’de kültür/ doğa karşıtlığı olarak belirir.
Şiir bu karşıtlık temelinde oluşan anlamlandırma düzeneklerini yapı-bozuma uğratır. Erken romantizmden geç moderne bağlanan süreçte şiir, ses ve koku dolayında yitik bir doğayı hatırlamaya çalışırken, Dil’i de bu bağlamda feminen bir duyarlılıkla işler.
Ahmet Adanın olgunluk dönemi şiirleri , zaten baştan beri süregelen bu inşâyı poetik olarak kusursuz bir çizgiye taşıyor. Aşkı, kadını, çocuğu, çiçeği ve hayvanı ; sanat başta olmak üzere insana dair bütün sahici  değerleri  hatırlamaya çırpınıyor.
Bu şiir, artık bir yönüyle psikotik bir bölünmeyi de işaret eden kültür/ doğa karşıtlığını Dil’de aşmak üzere,  erkek egemen  dünyayı feminen duyarlıklar, sezgiler, anlamlar ve imgelerle onarmaya, dönüştürmeye çalışıyor. Böylece, hiçbir iktidar vaat etmeyen; verili iktidar kodlarıyla çocuğu, geçmişi, rengi, kokuyu, çiçeği, müziği, resmi, aşkı, kadını ve dolayısıyla erkeği kanatan maskülen Dil’i durduran bir şiire varıyor Ahmet Ada.
Çağdaş şiirimizin bu usta şairinden bir başka hayatın imkânlarına dair işaret taşları...

celâl soycan  ı

Ahmet Ada, 3 Haziran 2013, Şiiristanbul, Fotoğraf:: 
Aydan Yalçın

8. ULUSLARARASI ŞİİRİSTANBUL


FESTİVALİ NOTLARI

AHMET ADA

1-4 Haziran 2013 tarihleri arasında gerçekleştirilen Şiiristanbul Festivali’nin savsözü  ‘Şiir hayatı yener’di. Küresel kapitalizmin verili hayatına karşı şiirin gücü vurgulanıyordu bu savsözle. İstanbul, Taksim Gezi Parkı direnişi de Festival günlerinin ana konusuydu. Küresel kapitalizmin imar rantı bardağı taşıran damla oldu. Bir grup duyarlı çevrecinin ağaçları korumak için başlattığı Gezi Parkı direnişi Sırrı Süreyya Önder’in de müdahaleleriyle devam etti. Güvenlik güçlerinin şiddetine maruz kalan, sabahın erken saatlerinde çadırları yakılan, biber gazı, tazyikli suyla dağıtılmaya çalışılan direnişçiler, ne pahasına olursa olsun direnişi sürdürdüler. Kapitalizmin denetimindeki büyük medya (özellikle televizyonlar, haber kanalları) kuruluşları, kasıtlı olarak direnişi halka duyurmadı. Sosyal medyayla  direnişçilerin talepleri, mücadeleleri duyurulabildi. 2-3-4 Haziran 2013 günleri direniş kitlesel boyut kazandı. Her kesimden sivil halk büyük kalabalıklar hâlinde Taksim Gezi Parkı’na aktı. Polis geri çekilmek zorunda kaldı.[ Beşiktaş’ta trafiği gençlerin yönettiğine tanık oldum.] Gençlerin talepleri demokrasi, barış, adalet, eşitlik ve özgürlüktü; bu talepleri yansıtmayan büyük medya kuruluşları da protesto edildi. Çok sayıda sanatçı eyleme destek verdi, veriyor. Kısaca, iktidar karşıtı sivil bir hareket kendiliğinden oluştu. Otoriter bir yönetime adım adım giden iktidarın hemen her alandaki baskılarının birike birike büyük bir patlamaya yol açtığını söylemek bile fazla. Öte yandan, başta ana muhalefet partisi CHP olmak üzere siyasal partiler ve medyada söz alan konuşmacılar bu kendiliğinden gelişen hareketi iyi değerlendiremediler, okuyamadılar da… Çağın gerisinde kalan bir zihniyetle direnişin nedenselliğini, niçinliğini değerlendirmek imkânsızdı çünkü.
2 Haziran 2013, Pazar günü, Koşuyolu Mahalle Evi Salonu’nda, “Şiirden çok şey mi bekliyoruz?” başlıklı kısa bildirimde şunları söyledim: “Taksim Gezi Parkı’ında ağaç kesimini protesto eden halk da doğanın talan edilmesine direniyor. Şiir bu insanî direnişi dile getirmiyorsa, ondan başka ne bekleniyor?  (…) Şiir, tanka, topa, panzere, biber gazına, copa, işkenceye karşı, karşıt bir söylemle insanlığın onurunu savunuyor.”



Şiiristanbul 2013 Festivali bu ortamda başladı. Kadiköy, Mühürdar Cafe’de Romanya’dan festivale katılan Carolina Ilıca’nın Folklorik Şiir Sergisi ve şiir okumalarıyla sürdü. Çeşitli kumaşlar üzerine yazılı şiirlerin sergilenmesi ilginçti. Aynı gün (1Haziran 2013) Aya İrini Kilise Müzesi’inde yapılacak olan açılış konuşmaları, ödül töreni ve Timur Selçuk-Hazal Selçuk konseri, olağanüstü günler nedeniyle iptal edildi. Polis yolları tutmuş, bir yerden bir başka yere gitmenin imkânı yoktu. Doğu-batı edebiyatları ve birbirine etkisi ile Papirüs dergisinin kültürel mirası gibi paneller yukarıda belirttiğim nedenlerle yapılamadı. Ama çeşitli dillerde yapılan şiir okumaları dünya şiirinin renkliliğini ve sesçilliğini (fonetiğini) duyurdu bizlere. Çevirileri Mesut Şenol büyük bir enerjiyle gerçekleştirdi.
Dünya şiirinin de ana damarının lirizm olduğunu öğrenmek beni sevindirdi. Festival kitabı ile Festival programının ve konuklar için yaptırılan çantaların zamanında dağıtılması düzenliliğin bir göstergesiydi. Hemen belirteyim: Festival boyunca yaşadığım en ilginç etkinlik, Koşuyolu’nda, Reşat Nuri Gültekin İlköğretim Okulu’nda, iki ayrı sınıfta, öğrencilerle buluşma oldu. Cıvıl cıvıl öğrenciler bizden ayrılmak istemediler. Fotoğraf çektirdiler, imza aldılar, sorular sordular. Öğrencileri neşelendiren Kolombiyalı Clara Bella Ventura’yı çok sevdiler. Tesadüfen oturduğum sıradaki 2.sınıf öğrencisi küçük kızın adı Ada’ydı. Sevimli kızı çok sevdim. Clara Bella her yerde grubumuzun neşe kaynağıydı.
Çevirileriyle Festivale Mesut Şenol, Metin Fındıkçı, Dr.Oğuz Baykara,  İlyas Tunç, Mete Özel, Hasan Erkek, Kadriye Cesur büyük emek verenlerdendi. Mesut Şenol hep yanımızdaydı ve etkin bir konumuyla. Ayrıca, Festival düzenleme kurulu üyesi ve genel koordinatörü Güven Karakaş’ın çabalarını unutmamak gerekiyor.
Kapalıçarşı ve Arkeoloji Müzesi gezileri İstanbul’un kültürel zenginliğini, Anadolu uygarlıklarını, antik dünyayı keşfetme gezileriydi âdeta.
Supperclup ile Nomads gibi mekânlarda günün yorgunluğunu atmak Festivalin süregelen geleneklerinden. Geceleri bu mekânlarda eğlenme imkânı da bulduk.
3 Haziran 2013, Pazartesi günü yapılması gereken Kırım Kilisesi programı gerçekleşmedi. Program “Kadın Şairler Buluşması” olarak belirlenmişti. 4 Haziran’da Galata Mevlevîhanesi’ne gittik. Ünlü Divan şairi Şeyh Galib orada yatıyordu. Salih Zeki Tombak, bize, Mevlevilik konusunda bilgi aktardı. Zeki Tombak, kent kültürü donanımıyla, deneyimlediği yaşamın bilgi birikimiyle hep güven veren bir konumdaydı.
Rosetta Lıteratura.. Uluslararası karşılaştırmalı edebiyat yayını. Türk ve dünya edebiyatını buluşturan çok önemli bir seçki. Bendeki 2.sayısı. Umarım yayını kesintisiz sürer.
8. Uluslararası Şiirİstanbul Festivali’ne Türkiye’den Ahmet Ada, İlyas Tunç, Sina Akyol, Aydan Yalçın, Ayten Mutlu, Ertan Mısırlı, Hasan Erkek, İhsan Tevfik, Mete Özel, Metin Fındıkçı, Mutafa Köz, Şükran Belen, Pelin Batu, Özcan Ünlü, Mesut Şenol, Onur Sakarya, Sadık Yaşar; Suriye’den Abdüsselam Hallum, Mısır’dan Ahmed El Şahavi, Fas’tan Ayşe Basri, Romanya’dan Carolına Ilıca, Kolombiya’dan Clara Bella Ventura, Romanya’dan Dumıtru.M.ıon, Filistin’den Gassan Zaqdan, Hanan Awwad, Fransa’dan Jean-Luc Poulıquen, Makedonya’dan Katıve Kulavkova, Sırbistan’dan Sanja Domazet, Bulgaristan’dan benim şiirlerimi de Bulgarca yayımlayan (Kadriye Cesur çevirisi) Sasho Serafımov katıldılar.
Son günü Metis Yayınları’na uğrayabildim. Semih Sökmen’i tanımak, sohbet etmek güzeldi.
Vedat Akdamar ve eşi Şenay Varlıoğlu Akdamar gece buluşmalarına katıldılar. Şenay Akdamar, Puşkin’in “Yevgeni Oneğin”  (Kanşaubiy Miziev – Ahmet Necdet çevirisi) kitabını verdi; çocuklar gibi sevindim.
Galata Derneği’nde şiir dinletisi. Gala gecesi Boğaz tekne turuyla sürdü etkinlikler. Pelin Batu, Vural Bahadır Bayrıl ve Lale Müldür’ü tekne gezisinde gördüm. Gezide, Festivale katılan şairlere, Nâzım Hikmet’in cam kabartma portresi olan plaketler verildi ki bir anı olarak kalacak hep yazı masamın üstünde.
Son günü Metis Yayınları’na uğrayabildim. Semih Sökmen’i tanımak, sohbet etmek güzeldi.
Günlerimize Taksim Gezi Parkı direnişi damgasını vurdu. Sivil bir halk direnişine tanık oldum.

Mersin, 7 Haziran 2013



















18 Ocak 2013 Cuma

Yeni Şiirler (2013 -2014)
















Ahmet Ada, Mersin, 10 Mayıs 2013









Geldiler


deniz kıyısında kaldım ben bir de Naz
bölgeye tacirler geldiler
el değiştirdi para, parladı tırpan
buğday tarlalarına doğru yürüdü çağ

uzak ülkelerden akrabalar geldiler
yükleri kuru incir pekmez ceviz
develerle geldiler
elden ele dolaştı sevinç

gök onları ağırladı









Kadınlar

gökyüzünün maviliğinden
kuşlar dönüyor
kadınlar var çiftlik yolunda
kadınlar kuşlara bakıyor

kadınlar kuşlar yaz
biraz uzun bir gün galiba
günebakanlar tarlalarda çılgın
gökyüzünü duruluyor

kadınlar, ah kalbimiz
gelmişler biber toplamaya
ellerinde bir deste gelincik

kadınlar, ah kadınlar bütün gün
gözlerim üstünüzde kalıyor




Kadınlar II



kadınlar ah kadınlar, yolunuz
gökkuşağıdır, gider ana yaparlar,
sokak ortasında dayak yer,
cezaevine koyarlar güzelliğinizi

kadınlar ah kadınlar, ot çeker,
odun kırar, pamuk toplar
bembeyaz elleriniz, parıldar
âşık olunca gözleriniz

her şey sizin için, sizi bekliyor
acılar, oğul acısı, aşk acısı
sakın çıkmayın sokaklara
taciz kelepçe cop biber gazı

kadınlar ah kadınlar, acılarınız
çifte kırmızı, geceleriniz soyunuk
uyku girmez kirpiklerinizden
onurunuz boyun eğmez doruk





Kadınlar III

                                               Yannis Ritsos’a


köyün ortasında köpekler havlar
jandarmalara, köpekler ve jandarmalardan
korkar kadınlar, “kaçakta değiliz, korkma”
deriz, ayın ışığı tanıktır parlayan
kelepçelere

kadınlar ekmek yaparlar iki evlik
toprakta, bazlama, yufka,
dut pestil kayısı kuruturlar
yoksul geceler için

kadınlar, çoğu zaman geceleri
hatırlanır, “kadınımsın” deriz,
gürültüyle sevişiriz, aynı ağaca
bakarız, aynı toprağa kıska dikeriz

kadınlar, hatırlanır otuz kuştan






Kadınlar IV


               Cela s’est passé. Je sais aujourd’hui
saluer la beauté.
                                               Arthur Rimbaud

faytonların göğe ağdığı, köprüden
atlayanların suda yittiği, kavakların
uzun gölgelerinin, söğütlerin, sık ağaçların
kuşlarla dolduğu yıllar geri gelmedi  anne

dönmedi koca orman, atlar harada
kaldı, ellerin dağınık karanfillerde,
unutamam güzelliğini, zarif, ince
ak ellerini, nereye koyacağını bilmediğin

dönmedi kayığım anne, karşıda bırakmıştım 
kavakların altında seni, dönmedi ırmağı
geçen kayığım, kalakaldım sepetler
dolusu gök, kirazlar ve yalnız taşlarla

kaçıp gitti rüzgârla güvercinler
geçti gençliğim sokak aralarından
dönmedi ne neşeli güneş ne hilal ay
çiçek tozları içinde kalakaldım anne



Kadınlar V


kadınlar var deniz kıyısında
kabuk toplayan, olgun sözler eden

kadınlar ah kadınlar, alem onlarla şen,
onlarla hüzünlü, onlarla sevecen

bir çınar gibi durur gölgeleri
kalplere gömülen

kadınlar ah kadınlar, şifalı otlar gibidir
sözleri, severken

kadınlar, yiten iğne, ağaran gün
eşikten eşiğe geçen

kadınlar geçilmesi zor patikadırlar
gideriz yan yana tek söz etmeden

kadınlar ah kadınlar , mutsuzluğu paylaşan,
fiskosları seven 




Kadınlar VI


yaz geliyor, değişiyorum, ağaçların çiçeklenmesi
                yüreklendiriyor

inceliği parmaklarından öğreniyorum
taşları topluyor gül dikiyoruz
parmakların gülün uzantısı,
yazın işareti, mayıs rengi gökyüzü,
ufalanıyor toprak yaza hazırlanmanın
kıyısında, değişiyor gölgeler gözünde,
varlığın aydınlığında ben
ben oluyorum

yaz sezgisi parmaklar, onlar var
denizi gösteren, yinelenen dudaklar,
(kadınım) çiçek gibi açıyor, sise
karşın sonsuzluğa çağırıyor bahçede,
biliyorum, sonsuzluk var, yoksulluk
var, yine bir ışıltıya koşuyor
parmakların akşam olmadan

ölüm de var kadınım, varoluşun sonu
sandığımız, sürüyor bizden sonra da
taşın uğultusu oysa, yazla gelen
kuşların ışığa kesen kırmızısı,
öyleyse yitirilen ne yalın sözlerden
başka?




Kadınlar VII


varoluş renklerin ayrımı değil mi? kuşun
götürdüğü çiçeğin rengi gökyüzü değil mi?
günün gümüş rengi değil mi sudaki
yansıma? akarsuda çamaşır yıkayan
kadınların gözbebeklerinin rengi
kat kat acının rengi değil mi?

kadınlar gün boyu bakarlar göğe
güneşe dönerler günebakanlar gibi
bağlıdırlar kuşun uçtuğu toprağa
sevgiyle ekerler, dik dururlar
her felakette, boyun eğmezler
umutsuzluğa, kadınlar gökkuşağıdır

ya gözyaşlarının rengi, düşgücünün,
yaşama sevincinin, şimşeğin
rengi var mıdır?

söyleyin, hüzünle çevrilmiş midir
kadınların yüzleri? ne vakit dinecek
acıları? ne vakit özgürce dolaşacaklar
caddelerimizde?





Kadınlar VIII


                Sen ey Nisan! Ey güzel kadınım benim! Aylar
seninle çalgılı gökyüzü, sular menevişli. Ay gökte sini
gibi olduğunda sokaklara, yazlık sinemalara gideriz.
Ellerimiz yabanıl, soluğumuz sevecendir, damarlarımıza
dolan papatyalar incelik, bilgelik verir akşamlarımıza.
Bize verilen günler ağırdır, söz meta ve zehir olarak
geri döner vücutlarımıza. Ruhlarımız arıdır yine de.
Ey, sonsuza dek yanımızdan ayırmadığımız çiçek! Ey,
saçlarından sürüklenen rüzgâr! Kim ayırabilir bizi? Asit,
metal, sessizlik duvarı mı? Ey, duran saatler, bozguna
uğradığında insan, biliyoruz, küllerinden doğar ve
kanatlanır.
                Eriyen çocuk gülüşlerini sıkıntılı varlığıma yasla!
Ölüm yakalayamaz bizi! Dikişli yaraların kabuğu kalkar
kalkmaz yine düğünlere gidelim! Yoksulluğumuzu
kutsayalım ki ürpertisi olur sevgimizin, kır çiçekleri gibi.
Sen ey Nisan! Ey güzel kadınım benim!





Kadınlar IX



günleri sayılı bir ihtiyar mıyım?
bu kışı çıkarabilecek miyim?

bu yıl seyrek yağdı yağmur
çok az duydum cama vuran
türküsünü, görebilecek miyim
yazı, güneşli günleri? lanetler
savurarak bu hastalığa, yaşayabilecek miyim?
böyle bana yakın olmasan, böyle
sevmesen gözlerinin  mavisiyle,
dokunup geçerim camlara

kadınım, gölgesini veren salkımsöğüt,
külrengi bulutlar, deniz, tellerde
serçeler, ak ellerin yetiyor, yaşama
gücü veriyor çoğalan sevgin,
yağmurun kanatları gibi genişliyor serinliğin

kadınım, pencereden bakan göz,
bağışla beni, veremedim sana hiçbir şey
hüzünden başka

sen yine mavi yak
nisana dek gözlerinin ışığını




Kadınlar X


kadınlar birikmiş acılarını yıkıyorlar
hamamda, zamanı bölüyorlar
çiçek gibi açan ağızları
özgürlüğün güzelliği

kadınların kalpleri teyelli denize
fırtınaya benziyor öfkeleri
bağlanmaları gür akan ırmak
boyun eğmez taş

kadınlara sevgim yadsınmış çiçek
bulutlara takılmış Yunus çiçeği
hakikatli çiçek menekşeler gibi
onurlu ezgiler geçer içinden

kadınlar hüzünlü doruğumdur benim



Geldiler II


geldikleri son sapak uyanık su
geri dönüşsüz yollarda utangaç
kızları şal içindeydiler
varoluşun anlatımıydı duruşları
toprağı çapalar ekip biçerken
usul usul içlerine aktılar
onurlu bir bilgeliğin

geldiler
saatleri takıları yoktu
aşkın billûrundan geçtiler
esmerdiler, üzüm buğulu
gözleri vardı küçük kızlarının
toprakçıldı elleri
parmaklarının ucunda açtı
güller lâleler

geldiler, gamzeliydiler
aktı durdu parıltılarından su
aşktandır dediler





Çiçek kokan ağzı



yel ile koşuda birinci seçilmiş rüzgâr
böyle dedi deniz kıyısındaki nar ağacı
denizden konuşuyoruz gölgesinde
koya giren uykulu denizden

gül ile koşuda sonuncu olmuş sümbül
böyle dedi terastaki gecesefası
gülüyoruz, bir kuş sesi bize katılıyor
bir kırlangıç çok alçaktan uçuyor

dedim ki nar ağacına, gecesefasına
güzeldir nisan yağmuru üstümüze
başımıza yağınca, sığırcıkların
ansızın inişi gibi ovaya

güzeldir bir sevgilinin çiçek kokan ağzı
yağmurda eğilirken yalın toprağa




Ürperti


sokağın soluk almadığını kuşlardan
şaşırarak öğreniyorum berrak bir gün
bir kırlangıç sürüsü ki
gölgeleri düşüyor akşamın alacasına

hayır, sokağı değil sonsuzluğu geçiyorum
güngörmüş bir kalple
farkında değil ne kuşlar
ne de sokağın yaşlı ağaçları

tenimde varoluş ürperişleri
yakamdan giren rüzgâr serinliği
soğutuyor terimi uzaklaşırken
yaşlı ağaçlar kuş gölgeleri

ahşap evlerden sessizliğe geçiyorum
bakır bir ay doğuyor
tek tük ve tenha yıldızlar
sızıyor yavaş yavaş ruhuma







Sokağa taşan


sonsuzluğu geçen anılarımı
siliveren yağmur oluyor
geyikler oluyor, orman
oluyor ağaçların derin müziği

varoluşumdan umarsız yağmura bakıyorum
kapı önünde siyah bir kedi yağmura bakıyor
küçük bir kız pencereden
sokağa taşıyor

bundandır sokağın yağmur neşesi
ormanın müziği ağaçların buğusu
küçük bir kızın kıpkırmızı
sokağa bakışından

başka bir şey değil bu
yağmurda sırılsıklam ağaçlar değil
geyikler oluyor sokağa inen
çocukluğumdan






Ölüm


yavaş yavaş yaklaşıyorum ölüme
Pars, apartman boşluklarında, ara
sokaklarda bekliyor beni paslı orağıyla,
sessizce götürecek ben yoksulu

Pars,  usulca götürecek ben yoksulu,
fitili kısık lambaya dönecek gözlerim,
kavaklara bakacağım, hiçbir şey gelmeyecek
elimden, aşmaktan başka eşiği

bir ağaç altı mı olur, deniz kıyısı mı,
bir odada tüy gibi uykuda mı,
kim bilir ne zaman gelecek
dağınık masamın başına?






Ağıt


katırlar katırlar ah katırlar
ah işte taşıyor ölülerimizi
ah işte orda doğunun doğusunda
kara gömülü ölülerimiz

kim verecek hesabını dökülen kanın,
kar aydınlığında ölü gözlerin?

başuçlarında nergisler nilüferler yok
üşüyor karda yatan ölülerimiz
yeri göğü yaralayan kargışlarımız
ah işte çözülüyor dağ doruklarında

kim verecek şimdi hesabını,
kuruyan göz pınarlarının?

katırlar katırlar ah katırlar
taşıyor kara gözlü ölülerimizi
ah işte büyüyüp gidiyor acılarımız
günden güne bu coğrafyada



Gece, yıldızlardan





gece yıldızlarını yakmış pırıl pırıl

yaz sıcağı iniyor denize

ağlarını onaran balıkçıların

fırtınalı hüzünleri ağlara takılıyor-

yalın yüzlerinde kapkara sakalları



gece, bengi su, kayan yıldız, düşen

iğne, kayalıklar, deniz,

saydam duygular sarmış beni

Sümerli bir ay parlatıyor pul pul

kıpırdayan denizi, fısıldıyor

kulağıma rüzgâr geceyi



yakın olmalı gezgin gök, Mezopotamya’da

geyikler aynı gök altında

Fırat’a iniyor

yürek gibi, taş gibi mavi

gecede ışımış her şey



gecede top fesleğen kokusu
boşluğa havlayan köpekler
boşaltılmış köyleri çağırıyor





Bozgun


bir iç bozgunuyla karşılaştım
çıktığım yolda denizden uzakta
kış fırtınasının ortasında kaldım
yaban kazlarının savrulduğu

burgaçlı toz bulutunun ortasında
hörgüçlü gecelerin ortasında

can çekişen beygirlerin ortasında

umursamaz fırtınanın tam ortasında



gördüm boğazlanmıştı özgürlük

gördüm bunalmıştı cezaevleri

gördüm kartal bakışlı dağlar

toz duman ortasında



bir iç bozgunuyla karşılaştım

şaşırdım kaldım seyirci halka



çiçek tozlarına sarıldım





Berfo Ana


gece uzun sürüyor Berfo Ana
kapıyı açık tut, yüreğini
derelerin fısıltılarına aç
bugün tasanda değişen bir şey yok

“ey oğul, gücün mü tükendi cellâtların
elinde, nereye savurdular kemiklerini?”

gece uzun sürüyor yarın cumartesi
İçerenköy’den Galatasaray Meydanı’na
hava soğuk, şubatın mavi rengi
Cumartesi Anneleri’nin yüzünde

“ey oğul, ölürsem kemiklerin bulunmadan
gömmeyin beni de”

ah Berfo Ana, ölçtün ve tarttın
bedeninde adaleti, boş, yeğin.
geçemediler, geçemeyecekler direncini
böylesine bağlayıcı yüksek ateşin





Hepsi o kadar


nefes alan testiler gördüm Göreme’de
taşıl yontular, toprakçıl kuşlar
uyuklayan taşlar öğle güneşinde
bulutsuz havada süzülerek uçan
kuşlar ki geçiyorlardı zamanı
ben de uçabilsem ürkünç kayalıklara
ırmak ağızlarına, kazlara, ördüklere,
kuğulara doğru Kızılırmak kıyılarında
sazlıklar olur balığı olur
kayısı ağaçları bir dolu dutlar
çocukluğumu hatırlatır ot yüklü
arabalar

St. John Perse’in düzyazı şiirlerini
okudum Kızılırmak kıyısında
gecenin bir yarısı ay ışığında
doludizgin akıyordu dizeleri
kırların üstünde akan yıldızlar
gibi

uyandır beni doğa sımsıcak sar
hepsi o kadar




Kırmızı gagalı kuş


gün ortası elma kırmızısı
gagalı bir kuş konuyor
çiçeğe duran limon ağacına

yalın toprağa bakıyor kuş
tüyleri parlak gözleri buğulu
yıldızlar gibi kokuyor

aşıp gelmiş mevsimlerin acısından
bir rüzgâr kuşu o


Bir duvarın dibinde


bir duvarın dibinde, gölgelikte
mendil bağladım boynuma, ter
yürüyor alnımdan, terliyor
meydan saati, çay içen adamlar

ah Toroslar, şimdi orada olsam
ağır ağır giden ineklerin
büyüyen gözlerine baksam
yavaşlar hayat, vedalaşırım sıcakla

temmuzdu ağustostu bir hüzündür
Mersin, günümü karartan sıcak
terletiyor sevdiğim kadını

bir duvarın dibinde terini
siliyorum,  çayırları biçmişler
ot kokuyor hava, koparıyor
bu koku baygın bakışlardan





Ayrılığı yaşadım


üzgünüm, bu neyin ayrılığı, suyun
tuzdan, kıyının denizden, ağacın
yapraktan, taşın kumdan, sümbülün
gülden ayrılığı mı?

yaşadım onca acıyı yirminci yüzyılda,
deniz geçen rüzgâr oldum
toz oldum cezaevi demir kapılarına
kül oldum toplama kamplarında
bu neyin ayrılığı?

baktım çoklarının yüzü bun
işkencede öldürülmüş oğulları
kızları, görülür bir şey
ülke yıkılmış duvar

yaşadım uzun süre kör karanlıkta






Susmasını bilen


unutulan şey, yukarıda, bir dizi akasya, geceler
                boyu yüreğimde

akasyadan geçen bakışlar denize
göz atıyor, durgun mu dalgalı mı
kalbim gibi, tuza, kuma, rüzgâra
bulanmış, kırmızı bir yıldıza
karışmış, iskeleye konan boz kuş
gibi özgür

unutulan bir şey bir çift ağız
biri annemin biri sevdiğimin
ayazda kalmış yürek
daralan dünyanın söylediği türkü
yalın toprağındır

toprağındır terli beden
yuvarlanıp gidiyor üstünde nice şafak
nice günbatımı  ölümsüzdür
boynuma geçen çelenk
şiir, susmasını bilen

yansımıştır yüreğime gün ışığı
bundan sonrası ölümsüzlük






Göl, uzaklarda


yüzerek uzaklaşıyor kuğular
biçim veriyorlar göle
biçimini alıyorlar suyun düzlüğünün
güneşi ısıtan suyun, kalpten kalbe
akan suyun, sessizliği süren suyun

kayadan bir şey koparamıyor rüzgâr
öğleden sonra çıkıyor, ürperiyor göl,
erik ağaçları tedirgin
yapraklar ah yapraklar
kıvrılıp bükülüyor kalbimde

gölden ayrılık yıkıyor kıyıyı
dizboyu otlar görüyor
göl geçiyor üstünden ağustos ışığının,
söz, oraya koyuyorum, kimseler
almıyor, otların sesinden başka 

göl, uzaklarda kalıyor 
yiten parıltılı çizgilerde





Sarnıç


çocukluğuma dolan sarnıç
övsem yeridir  tadını, çevrendeki
serçeleri, otları, rüzgâr savan serinliğini
gece gündüz uğultunu

değil mi çocukluğun bisiklet hevesi,
ilk sevgili, istasyon buluşmaları,
deniz, kocaman gözlü o kız
doldu sarnıca, birikti anılar

beni sefil bi şair yap
soy çocukluğumdan, saflığımdan
çöz ey belleğin dolan sarnıcı –
körlerin güzelliğindeyim
bilge bir taşa döndü başım
taşıyorum diriliği gelecek yaza




Olta 


hilal biçiminde bir varlık
oltama takılan balık değil-
kuşlar havada fır dönüyor
rüzgâr hafif, bulutlar beyaz

uzaklıkların işareti kıpır kıpır
bir bulut, uzaklıkları yakınlaştıran
bir uçak geçiyor içinden
buradan görüyorum, kayalıklardan

ya kısmet deyip oltayı atıyorum
çiçek biçiminde bir şey
çıkıyor, ışıklı, parlak tüylü
adı nedir bilmediğim

olta, çınlayan iğne, seğiren el
sığ suda





Göz 


masa örtüsü açık kalem lekesi
kâğıtlar boş, yazılmayı bekliyor
kuş, ırmak, deniz, kadınlar,
midye kabuğu, gökyüzü,
balığı ağacıyla dünya

uzaktan şafak kırmızısı horoz
ötüyor, gün beyaz gelinliğini
giyiniyor köşe bucak dulda-
yazılmayı bekliyor derin göz

masam dağınık, pan, pars, panik
sözcüklerini yazıyorum bir kâğıda
gün ışıyor pencerede
yeşil yıldız yitiyor

derin göz geziniyor odanın içinde,
bekliyorum, esin perisini değil,
uykudan uyanışını tekir kedinin






Ölüm ve papatyalar


kim biliyordu papatyaları çok
sevdiğimi? bi dolu papatya
getirdiler hastanedeki odama
taşıdılar göğü, kırı, ırmakları
serçe sürülerini böylece

iyilik, hep odur mavi aydınlığı
denizin, duraksar düşünürüm
bir salyangozun ömrünü bile
kimselerin umurunda olmasa da

ölünce papatyaları göremem,
ah o kavakları, o kavakları
hep onlardır acımı dindiren
yuvarlanan yıldızlar, takımyıldızı
odamdadır

geldi, geldi işte yokluyor Pars
ah papatyalar, papatyalar





Gel 


haydi gel, zamanı koy güllerin arasına,
                mutluluğu, kuş seslerini

gel artık işkenceden, çekiçle dövülen
düşünceden, köpeklerin saldırısından
kurtul da gel hep birlikte söylemek için
ezilenlerin türküsünü

haydi gel, tepelenmiş, horlanmış,
ürkmüş, köyün yakılmış, kalmamış
olsa da bir dulda yer, gel
mavi göller, ırmaklar, güzül
yapraklar üzerinden

haydi gel, koy mutsuzluğu bir yana,
yaz geliyor, menekşeler çağırıyor,
inekler dönüyor ağıla,
düşlerimden çıkmıyorsun ey oğul
gölgeler gölgelere akarken gel





Yağmurun uykusuyum


‘Uyuduk mu eşit oluruz’ dedi koca
şair, ‘ölünce de eşit oluruz’
dedim ben, gece gündüz yağmur
yağıyor, kuş kanadının değdiği
zamandayız, belleğimde durmadan
havlayan köpekler, yağmur altında
soluk güller yitiyor, gözüpek bir kuş
ıslanmış bakıyor, kırlangıç
zamansız uçuyor

anılardan başka neyim ben-
yağmurun uykusuyum, eşit
değilim uçarılıkta denize inen atlarla
ne yağmur başlamadan önce ne
sonra, yakınım toprağın yemişlerine,
ağaçlara, ölüme, bu belli değil mi
soluk soluğa yaşadığımdan




Geldiler III


geldiler
atalarının kemikleri başka topraklarda
kalanlar, uçup gitmişti
yüzlerinden mutluluk

geldiler, yurdu için sevgisi kanayanlar-
susmuşlardı ölülerini gömerken
omuzları göçmüştü, yıkıktılar

geldiler denizden ve karadan
acı çeken yüreklerini teyellediler
ağaca kuşa yalın toprağa
geride bıraktılar
üzümün narın incirin yurdunu

geldiler
aşk benim ülkemdir dediler






Aşk


mavi bir kısrak koşuyor ruhumda
uçan bir mutluluktur bu

mavi bir tilki koşuyor ovada
soluğu şubat soğuğudur
koruluğa sapıyor kurnaz karaltısı
sekerek taştan taşa

mutluluktur kalbimin ağrısı bile
güzel bir günün tam ortasında
kiraz yangını dudaklı
bir genç kızı düşler gibi

koşuyor hâlâ mavi bir kısrak
çılgın ruhumda





Aşk II





yitirdiğim mutluluğu buldum

beyaz atın denize koşuşunda

şafağın buğusu uçuyordu

dün atın terkisinde



yenik düştüm gülün çevresinde

dağıldım aşkı buldum

saf, arı ipeğe dokununca

sevincim uçtu teninin kokusunda



beyaz atın denize koşuşunda

kaldım ben de nefes nefese

tanelendi akçıl sevincim

denize kavuşan ırmak oldum



çilek kokulu ağzını buldum

dündü, ağzı ağzıma doldu

tanelendi utanç yüzünde

beyaz bir at oldu soluğum






Aşk III





gecenin kırmızısı yıldızlardan değil

saçlarından, iri damarlı yapraklardan

unutulan şey taş, kum, çakıl

ayaklarımızın altında, kıyıda

sarıyor seni ağaç, sessiz doğa



aşk diyorum bu uzaklaşan taş,

yakınlaşan ülke, kırmızılaşan gece

senin saatlerin oluyor dünya

benim daldığım orman



aşk diyorum bu bendeki aşk

kır yoksulu orman gürlüğü

buradan bakınca on yıldır

sürüyor iç kanama



gecenin çın çın sessizliği kırmızı

karanlık çiçeğini aralıyorum

bağışlanmaz yanlışlar yapıyorum










Aşk IV


bir gün anlıyor insan
kar taneleriyle yıkanmış yüzün,
yumuşacık saçın, evin çevresindeki
bir dizi kavağın kıymetini

ah, damarlarımdan akıyor kıpırtısı
dünyanın, gürültüsü kuşların,
sokaklar sokaklar ah sokaklar
anımsıyor kar taneleriyle yıkanmış
yüzünü

nasıl da sıkıca bağlanmıştım
uçuşan karların, kar gibi
parlayan gözlerin ışığına
korkuyu yatıştıran, kumu taşı
uyandıran

ah işte batıyor kayığım,
göl uzalaşıyor evin çevresinden
artık yoksun ya yanımda
paramparçadır kayığım



Aşk V


dikenli telden havalanan kanatları
görünce ne çok istiyorum uçmayı
denizin ormanların göllerin üstünden –
ah kalbim, akraba bütün kuşlara

yaz aşkı değil bu
gözlerine papatyalar dolduran yaz,
seviyorum seni, ekmeğe düşkün
bir çocuk gibi, yasaklarla sarılmışken
çevremiz gözüpeklik bu belki
bakışlarında buğulanan umutsuz
hüzün

bu sevda uçuruyor beni
fırtınayla konuşan derelerin üstünden,
sözlerin ki kulaklarımda yaz çınıltısı
kamışların içinden geçiyor rüzgârla

aşk bu, varoluşun kırılgan sesi
saran sarmalayan iyileştiren
içinde uçtuğum rüzgâr
yaz toprağının dirimi sanki






Aşk VI




zamanıdır kiraz çiçeklerinin

artık yerleşecektir bakışlarına yaz

taşı suyu denizi menekşeyi

taşıyacaktır göz pınarlarına



benim bir yanım göçük sevdadan

zamanıdır yarım sevinçleri uçurmanın

düş kurmanın sen olurken ben

midye kabuğunda



ey suskunluğumun rengi, ey yiten

çıdamın iğnesi, zamanıdır aşkı

buğday ile ölçmenin



işte kıyısındayım yine ince

sevdanın, yollar kapanmış kardan

zamanıdır yitmediğini görmenin

umudun parıltısını kara gözlerinde







Aşk VII

gece, taşın hilaline ay ışığı
düşüyor, deniz sayısız balığıyla,
kavaklar rüzgârıyla tanık
yittiğine kum tanesi bedenin

ah sevgilim, bedenin kufi yazı,
yüzün zarif bir hat, geceler
geceler boyunca onarıyor
dikiş yerlerinden kanayan hüznümü

içine gömülüyor kör gece
çok yakın bir korunun-
kökleriyle suya iniyor ağaç
baka baka teras çiçeklerine

cam ve ipek, şal ve baharat
getiriyor gece yarısı  küçük dayım
Mardin işi, güleç yüzü aydınlanıyor
göz alıcı gümüş gecenin

dikey ve yatay sevgim, gece,
soyunup uzanıyor yanına sessizce






Aşk VIII

uzanan parmaklarındır sevgilim
ekime hazır toprağa gül dikmeye
zeytin portakal ağacı limon-
senin adındır ilkbahar

sürüp gidiyor günlerin sabanı
güneşin orağı, sözün öngörüsü
ben yoksulun dilinde, garip,
toza dönmüş elim yüzüm

sensin gök gürültüsünün yengisi,
uçurumun öfkesi, bir bulut gibi hüznün,
taş toz çiçek, acı rüzgâr
durmadan çoğalıyor yüzünde

ne söylesem güzellik huyundur
sürüp gidiyor kiraz dalı inceliğinde
pencereye tırmanıyor
yağmur damlası bakışın







Aşk IX

sayısız yıldızların aydınlattığı
bu gece ağzın ağzıma doluyor
kırmızı fener gibi ay görüyor
ıslak kuyuya dolan özsuyu

bu gece dağınık saçların orman
kuyun koygun su
ey sevgili, fırlıyor orandan
azgın bir hayvan

umarsız içgüdün ten yanığı
görücüye çıkmış arslan
haz çubuğuyla açılıyor
dörtnala giden zaman

gecenin gümüşü aşktandır
sımsıcak, terli, böyle kirli
uzanıyorum yanına, gömüyorum
bir kere daha kına kılıcı







Aşk X

suda kendini seyreden bir kuş,
yapraklarla sarmaş dolaş rüzgâr,
çiçek açan taş, sevda sözleri
söyleyen yürek pencere camının
gerisinde

damda güvercin sesleri, rüzgârgülü,
dip odada kışlık kavun kokusu,
masada sehpada ince ince iğne
oyaları, elinin değmediği eşya yok

düşünü kuruyorum yeni bir dünyanın
sade yalın aydınlık
hastaneden yeni çıkmışım
iyileştirilmiş kanser hücrem

tel gözlüğümü çıkarıp bakıyorum
camdan, dışarıda çıplak taşlar-
telefonum çalıyor sıcak
bir mevsim gibi rengarenk






Aşk XI


çalışıyorum işte seni ezberlemeye
topuklarımdan parmaklarından
bozkır türküsü ağzından-
sen yıldızları sayıyorum san

sen yıktığım bir duvar san
Ceyhan suyu say içine akanı
ne yap yap say
gece bir bir yıldızları

içine dökülürken cansuyu
buğday öğüten su değirmeni say beni
beni çekiç yap, beni yay
boşluğundayım rüzgârın

gece, saatler, toprak dam serin
gece, soyunuyor yıldızlardan
göz ve ağız oluyoruz
uçuyoruz içinde gözlerimizin







Aşk XII


bir fincan mırra anımsatır Mardin’i
şal ipek cam kesme taş
dört dil avlularda eyvanlarda
konuşulan rüzgârla yarışan at

telkari bir türküdür Sarı Gelin
dört dilde söylenir
damlarında güvercinlerin uçtuğu
bir yol aradığı göklerde

aşktır bu kentte dudaklarda
tanelenen dua

kıpır kıpırdır uzaklıklar
gözler birleştirir kör duyguları
alıp verdiğimiz bir şeydir
dört dilde söylenir, aşktır
gülün delik deşik kokusu

aşktır bir arada yaşama görgüsü
taşın çıdamı toprağın ağzı
ışıklarla aydınlanan ağaç
yazla gelen kuş







Aşk XIII
                                       Naz’a

yağmurun bütün gün tanelenen sevinci
avluda, az ötedeki bahçede
kuşlar dal değiştiriyor-
zaman nerede göremiyorum

artık uzun uzun bakabiliyorum
gölgeli gözlerine kapı aralığında
zamanı unutmuş olmalıyım
yalnızca ölüm aklımda

artık erince gömülüyorum
aşktandır diyorlar, ağaçların
denize yürüdüğünü görüyorum
eskiden otlar da yürürdü diyorlar

ah aşk, yitiveren yağmurun sesi
içimde ve dünyanın kalbinde
nefes nefese sevişmekten biliyorum
aşk, zamana yazdığım dizelerde







Aşk XIV


deniz, sayısız parıltı üzerinde

incir ağacının gölgesinde sen,
denizde balık uykulu, gezer
durur dibinde çırılçıplak,
yitirmiş güneşi

bunlar doğanın devinimi,
toprakta yel, soda parıltı
ilkyaz rüzgârı kovalar
saçlarında

kat kat çiçek, güller beyaz,
serçeler inen ağaç, birden yağmur
ince ince yağan ağaca kuşa-
taşırız yağmuru eve

denize yakın oturuyoruz, uyanık
düş kurarız seninle
türkü söyleriz uzaklıklara
sümbül soğanı dikeriz yan yana

ey sevgili, ışık köpüğüsün sen,
devinimlerin ağır gölge
acı yıllardan geçen bedenin
kanatlanır, yıldız uçar üstünde









Aşk XV


taş kumul deniz kabukları
ağır değildir taşırız bahçeye
senin kalbindir üşür
rüzgârın gölgesinde

hafif bir çiçek, beyaz, sallanır
hafif rüzgârla, uyanır kalbin
yaz hamağında, kıpırdar
parlar salyangozun izi

yitirilen yıllardır acı senin
gözünde, eskir, gazel olur yaprak,
savrulur kalbinde
taşırız acıyı kalbindir diye

yakalamak için kovalarız rüzgârı
aşktır kayıp giden elimizden
bir kuş sesiyle uyanır
içimizde yeniden





Aşk XVI


göçüp giden çakıl taşları değil
denize fırlat dipte kalır
bitmiş olmaz doğanın serüveni
süregider bir dolu şey
mevsimler değişmiş olsa da
durmadan biçimlenir senin sevdan
acılar uğrasa da solgun yüzüne
güneş batar ay doğar
incirler olgunlaşır
otlar büyür patikalarda
dünyanın gürültüsüne
ormanın müziğine kulak kesilir
bir geyik, ölen bir başka geyiğe karşıt

Toroslar yörüktür yine
denize karşı sonsuzluğa çalışır
muştulamak ister ölümsüzlüğü
Misis köprüsünde Lokman Hekim-
bilirim Akdeniz insanı tepeden
tırnağa aşktır, usulca içine kıvrılır
bozlaklarla beslenen hüznü

sıcak, yaralanmış, yürürüz seninle
Mersin çarşılarında
kırmızı bir aşkla


Geldiler III


geldiler
atalarının kemikleri başka topraklarda
kalanlar, uçup gitmişti
yüzlerinden mutluluk

geldiler, yurdu için sevgisi kanayanlar-
susmuşlardı ölülerini gömerken
omuzları göçmüştü, yıkıktılar

geldiler denizden ve karadan
acı çeken yüreklerini teyellediler
ağaca kuşa yalın toprağa
geride bıraktılar
üzümün narın incirin yurdunu

geldiler
aşk benim ülkemdir dediler





Aşk XVII


bugün deliye dönen deniz
yaprak yaprak dökülen hayatıma benziyor

telin üstünde bir cambazım
dengelemeye çalışıyorum taşan sevdamı

türküsünü söylüyorum çiçek açan ağacın
gelinciğin buğdayın

dışarıda bin dalda bin kuş cıvıltısı
güç katıyor yalın türkülerime

ah, nasıl da acemisiyim
bana çığlığını veren senin





Aşk XVIII


artık çalılıkta şakıyan kuşlar değil
seni sağaltan şiirler şiirler
bütün dillerde dolaşan

sözdür sevda taşkını olan
dolaşır ağızdan ağza dünyayı
yıkıma uğramasın diye insan






Aşk XIX


ah, ne çok üzdüm ne çok
incittim seni sevgili, şimdi
neredesin, ne yana düşüyor yolun?
bir adada deniz aşırı yerde misin?

benim için ‘çılgındı’ diyecekler
‘bilmedi kıymetini, boğuldu kitapların
içinde gürül gürül akarken hayat
küçük bir ada sandı kendini’

ah sevgili, savunmuyorum kendimi,
bir yokuştum ben sana
yoruldun, tutamadın yalnızlığımın
içinden geçen rüzgârı, kavruldun

ah sevgili, ne kadar çok özledim
seni, dışarıda yağmur yağıyor,
içimde sürüyor çınıltılı sesin-
neredesin neredesin neredesin?






Aşk XX





parıltın yalnız aynada değil,

yatakta uykuda, kuşlarını salan

ağaçlarda, bahçede, havuzda,

şarap rengi güneşe tuttuğun yüzünde



mutfağa giriyoruz ya yanyana

bu sendeki çiçek açma zamanı

bende sevinç patlaması

unutuyorum bir an varoluş nedenimi



her an değişiyorsun, akan, çağlayan

sesin yürek kabuğunda, işte

uyup güzelliğinin sesine

ikiyken bir oluyoruz pencereden uzakta



ağızsa ölümsüz şarkılar söylüyor

mutfakta, düşerken kırmızı bir güneş

çaydanlığa, böylece öğreniyorum
eski sevdaları şarkılardan





Aşk XXI


ah sevgili, bu dünya bu hayat
için ne demeli? sadece acı
veriyor dil bile hatta, kirpikler,
yarım güneşin varoluşu üzüyor yüreğimi

bilmiyorum, gidebileceğim uca kadar
gittim, bulamadım acı vermeyen
bir ülke, hatta beyaz atlar
umar arayan izler bıraktılar

ah sevgili, üzdüm, acı verdim
hep sana, döne döne yazdıklarım,
biliyorum dönüşüyor mavi
bir aleve, bağışla, tek sapağım
tek güzergâhımsın benim

küçümsenemez bir yol aldık gene de
acıyı göğüslemede ey sevgili
yüzümüzde akarsuyun eli
ağzımızda kırların soluğu






Aşk XXII



hepten uçucu rüzgârda saçların
hadi beni bozguna uğrat saçlarından
fark edeyim bedeninin yuvalarını
savur beni terlet

hepten sevici gözler, dudakların
kıvrımında öpüşlerin kırmızı
hadi yıkalım bütün kuralları
koy bir kenara kırgınlıkları

hadi beni bozguna uğrat, sar sımsıcak,
kıvrıl, bükül, yor ağırlığınla,
kuyuya sarkıt bedenimi
yer kalmadı dünyada kuyudan başka




Aşk XXIII


dört şimşek çaktı yüzün aydınlandı
mavi bir geyik oldu gece
ağaçlar devrildi dışarıda
ağzın ağzımı buldu

parmakların kıpır kıpırdı, dolandı
saçlarımda, uzandık çırılçıplak
yer yatağına

ellerin beyazdı, ince parmaklarından
bir ırmak aktı, soluğun taze havaydı
soluğuma karışıp iz bıraktı
fırtınaya dönerken dışarıda hava

dışarıda yağmura dönerken hava
kül olup uçtu heves içeride
senin dünya kaygın içinde kaldı
benimse sürülerim başkaldırdı

önce dört şimşek çaktı kırmızı
sonra olan oldu, yaktım bir sigara





Aşk XXIV


senin kalbindir güz yaprağı
güneş yanığı çömlek, testilere
dolan su, berrak saf, öyküsü
olan su

çıkıp geliyorsun bahçemize
bir su akar akar akarken sümbüllere
kalbindir akan yeryüzüne
uzak yıldızları çağrıştıran

kalbindir ey sevgili, ey çalan
saat, ey sessizliği bölen çiçek,
ey yaşama çığlığı, ey başeğmez
derin sümbül

özenle katladığım kâğıt kalbindir
gülleri yazdım yelleri buğdayları
kalbindir diye, büyük olsun,
aşkolsun diye bu saf ilişki





Aşk XXV


bana çiçek gönderme, dargınım
belli değil mi bu yağmurda
gözlerimi kaçırışımdan, ayrılığı
yüreğime kazıyışımdan

unutmuşsun demek kırıcı
sözler edişini. off çekişini
öğrenince çoban yıldızı düşüncelerimi
aşka devrime sonsuzluğa ilişkin

unutmuş olmalısın kırlangıçların
uçuşunu, kapı diplerinde uyuklayan
kedileri, çok sürmez alışırsın
denizin farkına varmadan yaşamaya


bana kırlangıcım deme, telefon
açma, böylesi daha iyi
tam tamına sevmedikten sonra
neye yarar sevda şiirleri?




Aşk XXVI


hey, benim çocuksu mızıkçı sevgilim
kalbin bir kedinin kalbidir
saçların bulutlu gök, muzip
dudaklarının kıvrımında her söz

soyunup soyunup geliyorsun her gece
sabahları kahvaltıda poğaça çay
her zaman şaşırtıyorsun
gecelerimin mavi tilkisi

hey, içinde kaybolduğum gözler
korsan eyleminde sokaklarda
reddediyoruz bize verilen hayatı
salak güneş böyle doğmamalı

bildiğim bütün şarkıları unutuyorum
elini tutunca çarşı pazar
hep söylüyorum gözlerinin sıcak tılsımı
mutsuzluğuma kardeş






Aşk XXVII


sevgilim, gidiyoruz bir yanı deniz
bir yanı yeşil dağ Ordu’ya
yanına birkaç kitap al
belki okurum dostlara şiirlerimden

sevgilim ayakların serçe sekişi
bir güvercin sokuluşu göğsün
yaz gökleri gibisin
başını yasla omzuma, elimi
tut, gidiyoruz yeşil tepelere

sevgilim, dönüyoruz Azer Yaran’a
Türkçenin soylu doruğuna
bugün Azer Yaran’ız ikimiz
çiçekler koyalım mezarına

sevgilim, biçim veriyoruz hayata
anahtarı bizde denizin, haydi
gidiyoruz çelenkler güller arasında-
bir şölen seninle olmak





Aşk XXVIII


aşkın gölgesinde kaldım ey sevgili
yok esenliğim senden başka
ama var derin gözlerinin
etkisi şu serseri hayatımda

bozguna uğradım yenildim bedenine
indim en derine damla damla
kaç kere uçtum gözlerinin içinde
yorulup uzandım yanına

toza bulandı gövdem ey sevgili-
senden aldım aşkın rengini, kırmızı
bir daha kırmızı bir daha
onu en taşkın yanına koydum




Aşk XXIX


senin gülüşünde bile bir hüzün var
yıldırım düşmüş bir ağacın hüznü
kırılan dal, kopan tel hüznü
ansızın ayrılanların nedensiz hüznü

bu sendeki türkülerimizin hüznü
duran bir saatin hüznü
tek başına dans eden balerinin hüznü
uçmaya hazır parmaklarının üstünde

derelere, denizlere, gök yığınaklarının tepesine
uçan bir yürek olsan da faydasız
silinmiyor dudaklarının kıvrımından hüzün
yüzündeki köpük köpük hüzün

dokunduğun nesneler hüzün
sarıldığın ağaçlar hüzün
göz eriminden uçan kuşlar hüzün




Aşk XXX


otuzuncu aşk şiiri, otuz kuş olup gitmiş
                çın çın öten göğe

sensin durmadan arayan alemin gizemini
sensin, sana dönüyor otuz kuş
sensin, denizlerin soluğu
sensin, küllerinden doğan kurtuluş

ah aşk, lale soğanı, kokulu otlar,
türlü kuşlar, öküzün gözü, körlerin
duası, ırmaklar, gökgürültüsü
varıyor hepsi varoluşun eşiğine

ah aşk, gördüm seni genç bir
kızın uçuşan eteklerinde,
doğan güneşin savrulan çekiçlerinde,
kavakların hışırtısında, tepelerde
yürekten yüreğe varıyor
senin kocaman gözün

sensin otuz kuş, gördüm
sana kimse benzemiyor