12 Ağustos 2011 Cuma

ÇAĞDAŞ ŞİİR İÇİN POETİKA
AHMET ADA

“Felsefe, şiir gibi kurulmalı.” diyor Wittgenstein. Bu ifadeden hareketle, bir anlatım biçimi olarak şiirin önemini vurguladığını söylemek mümkündür. Şiirin bir bilgi biçimi olduğu bilinir: Şairin doğayı, toplumu, insanı, bildiklerinden deneyimlerinden [hayat tecrübesinden] hareketle tanımladığı ve bilinçle dönüştürdüğü söylenebilir. Bundan dolayı şiirin kendiliğinden ve saf olmadığı gerçeği ortaya çıkar. Şair, bilinç içeriğine göre, dünyadan algıladıklarını imgeleminde imgelere dönüştürerek ifade eder. Sözcükler, şiir tümceleri, imgeler, söz sanatları, dizeler şiir bilgisiyle şiire dönüşür. Şair, alışılmadık bağdaştırmalar, dilsel sapmalar yaparak şiir kurar. Neyi ifade edeceğini tasarlayışı kadar nasıl ifade edeceğini de düşünür. Şiirsel dilin işlevselliğini gözetir. Şiir, sonuçta, okurla bir iletişim kurar.

Eğretileme [metafor] söz sanatlarının ana omurgasıdır. İmge, değişmece [mecaz], benzetme gibi söz sanatları eğretilemeye dayanır, onun değişkenleridir.

Çağdaş şiir söz konusu olduğunda şu söylenebilir: Çağdaş şiirde sözcük kendi değeriyle var olur. Gücünü ‘bağıntılardan’ almaz, kendi değerinden alır. Bu ne demektir? Sözcük, düzyazıdaki konumundan çıkmıştır. Kendi içinde, kendi için değer kazanmıştır. Barthes, çağdaş şiirde sözcüğün bağıntılarından koparak özerkleştiğini görmüştür. Çağdaş Türk şiirinde de sözcük özerk bir konumdadır. [Sadece klasik şiirden modern şiire geçişte sözcüğün konumu ‘yer gösterici’ niteliktedir.]

Çağdaş şiir, okurla iletişimini ona bir şeyler söyleyerek kurar. Ama o bir şeyler söylemeyi de söyleme biçimini önceleyerek yerine getirir.

İmge, “İnsanın özü toplumsal ilişkilerinin bütününe eşittir” diyen Marx’ı doğrulamalıdır. Şiirde bütünsel imge insanî değerleri öne çıkarmalıdır. Tarih, mitoloji, uygarlık, insanın var olma sorunu, başkalarının acısı çağdaş şiirin konusu olurken, insanın özü de şiirin düzlemi içinde yer almalıdır.

İmgenin görselliği, iç müzik gibi şiire ait öğeler şiir dilinin işlevselliğini tamamlarken, şiiri kuran anlamlardır aynı zamanda.

Çağdaş şiir bize, bilineni, görüneni değil, bilinmeyeni, görünmeyeni göstermelidir.

Söylemem gerek: “Nesnel Bağlılaşık” [Objective correlavine] kavramlaştırması çoğu zaman “nesnel karşılık” olarak algılanmaktadır. Nesnel bağlılaşık şiirin nesnesiyle doğrudan ya da dolayımlı olarak kurduğu ilişki değil, şiirin dil dışıyla, şiir dışıyla kurduğu ilişkiler bütünüdür. Bu bir tarih olabilir, olaylar, olgular zinciri olabilir. Şiirin yüzey yapı + derin yapı diyalektiği içinde derin yapının kurduğu, dil dışı, şiir dışı ilişkiler bütünüdür. Şiirin gerçeklikle kurduğu ilişkiyi sahici ve içten kılar, şiiri zenginleştirir. Çağrışımlar zinciridir. Şiirimizde “Madımak” sözcüğünün gönderdiği olaylar zinciri gibi. Çağdaş şiirde sözcükler, im’ler, imgeler hermeneutik düzeye akarken “nesnel bağlılaşık” kurulur.

Söylemem gerek II: Benim felsefeyle ilişkim imgeler yoluyla olmaktadır. Felsefe ayrı bir söylemdir, şiir ayrı bir söylem. Şair şunun bilincinde olmalıdır: Her “hikmetli” söz şiir değildir. Şiir ayrı bir bölgedir, ayrı bir dizgedir, ayrı bir biçimselliktir.

Söylemem gerek III: Ne zaman yazacağız ölümü, acıları, cinayetleri, özgürlüğü, aşkı, sevinci, kardeşliği, barışı, emeğin soyut emek oluşunu? Şiirin dili insanın temel sorunsallarını, değerlerini yansıtmaya yetmiyor mu?

Şiirin kimyası zihinde, imgelemde oluşur: Şairin öznel dünyası ile nesnel dünyası zihinde toplanır. İmgelem, imgeler hâlinde, sözcükler, kümeler, dizeler olarak onları örgütler. Bütün algıladıklarımızın imgelemde dönüşüme uğraması şiire giden yoldur. Bunun “yapıntısal” niteliği ortadadır. “Yapıntısal” işlev dille, şiir diliyle tamamlanır. Sözcükler, dizeler uçuşur ve bir “yapı”ya dönüşür. “Şiirsel yapı”, şiirin bütün öğelerinin [ses + anlam] toplamıdır.

Günlük dilde kullanmadığımız alışılmamış bağdaştırmalar çağdaş şiiri zenginleştirici özellikler taşır. Mantık dışı, yadırgatıcı özellikleriyle alışılmış bağdaştırmalardan ayrılırlar. Alışılmamış bağdaştırmalar seçtiğimiz göstergelerin birleştirme ekseninde zihnimizde yeni tasarımlar uyandırmasıyla gerçekleşir. Okurda da çarpıcı anlam birimleri oluşturur. Şair, bu dilsel olaya sık sık başvurarak anlam demetlerini derin yapıya taşır. Attillâ İlhan’ın bir dizesini yazayım: “içimde yorgun bir saat çalıyor”. Bu dizedeki yorgun bir saat bağdaştırması alışılmamış bir özelliktedir. Çünkü insana özgü bir özellik olan yorgunluk nesneye aktarılmıştır. Dikkat edilirse bu tür bağdaştırmalar dilbiliminin konusudur. Alışılmamış bağdaştırmalar anlam kurucu nitelikleriyle öne çıktıklarında, şiirin bütünsel anlamını, yapısını oluşturan tamlayıcı birimlerdir. [Bkz.Ünsal Özünlü, Edebiyatta Dil Kullanımları ]. Tek başlarına ve bağlamlarından kopuk alışılmamış bağdaştırmalar yüzey yapıya hapsedilmiş olarak kalırlar. Bağdaştırılan tamlamaların işlevi çağdaş şiirde “yapı” kurucu olmalıdır. Şiirin iç bağıntılarını güçlendirici bir işlevsellikte…

Son olarak çağdaş şiir bütün öğeleriyle bir bütündür. Yoğundur, karmaşıktır, yüzey yapı da, derin yapı da anlamlı öğelerden oluşur.


10 Ağustos 2011 Çarşamba

TAŞ PLAK GAZELLERİ'NİN İNGİLİZCE ÇEVİRİSİ: MESUT ŞENOL

“TAŞ PLAK GAZELLERİ”
ÜSTÜNE BİRKAÇ SÖZ

AHMET ADA


“Taş Plak Gazelleri”, öznel bir biçimde bugünden geleneğe bakış gibi bir amacı içeriyor. Elbette her şairin geleneğe bakış açısı değişir. Bu da farklı bakış açılarına, farklı eğilim taşımalarına bağlıdır. Benim gelenek sorunum ile bir başkasınınki farklıdır.
En geniş anlamıyla gelenek, geçmişte, belli bir süre içinde oluşan değerler, eğilimler toplamıdır. “Taş Plak Gazelleri”ni yazarken, neyi sorguladığımı biliyordum. Geleneğimizin içinde varolan, fakat resmi tarih ve kültürün yok saydığı bir anlayışı sorgulamak istiyordum. Geçmişte bir arada ve kardeşçe yaşadığımız halkların kültürel öğelerini, eğilimlerini bugün de yaşatmak, daha renkli ve daha zengin bir dünyanın şiirine yol açmak amaçlarım arasındaydı. “Taş Plak Gazelleri” bu bağlamda, bugünden geçmişe uzatılan, geçmişte bir arada yaşadığımız azınlıkların yaşama biçimlerine, kültürlerine, müziklerine bir köprü olmayı amaçlıyor. Ama hepsinden öte, Rum müzisyenlerin duyarlıklarına eğiliyor. İnsani duyarlığı bir oyuncu gibi içerden bugüne taşıyor.
Geçmişi yeniden yaşatmak için nostaljik bir amacım yok. Bugünden geçmişe baktıkça, geleneğin nesnelliğini düştüğüm tarihlerle, geçmişle bugünün eşzamanlığını ise yaşadığımız günlere ilişkin göndermelerle kurmaya çalıştım. Elbette özgür ve kurmaca bir dünya bu.
Gazelleri yazarken Anadolu Rumlarının yaşamları ve müzikleriyle iç içe yaşadım. Zaman sorunu yitti. Bugünü yazdım. Umudu ve umutsuzluğu. O boğuk, o sisle kaplı yer altı müziği, o müziğin yaratıcılarının onurlu, başı dik yaşamları, hüzün ve coşkuları Akdenizli şair yüreğimi örseledi. Nesnel bir dille söylersem; paylaştığımız ne çok ortak değer vardı.
“Taş Plak Gazelleri”ni Rebetiko müziğini yaratan Rebetisler üstüne kurdum. Rebetiko’nun özellikle İzmir tarzı şarkılarında Anadolu’lu insanın yaşam biçimi fışkırır. İşte bu çizgiden yola çıkarak, insan ve müzik mozaiğinin zenginliği “Taş Plak Gazelleri”nin esin kaynağı oldu. Bir dolu göndermelerle kurmaca bir dünyayı içerdi. Gazeller, tarihsel göndermeler içeren çağdaş şiirlerdir. Belki yeniyi bulmak için gazel biçimini seçtim. Tam öyle de değil. Çünkü, gazel biçimine bütünüyle bağlı kaldığım da söylenemez. Sorunsala, rafine ve ayıklayıcı bir tutumla yaklaşmam gerekiyordu. Eski biçime körü körüne bağlı kalarak ayıklayıcı bir tutumu sergilemem olanaksızdı. Bu yüzden Rebetislerin yaşamlarındaki trajik olan’ı, bir ayrıntıyı kendi şiir çizgimin dışında yakalamaya çalıştım. Uyaklar, redifler, tartımı (ritmi) zenginleştirmek için kullanıldı. Gazel biçimini ise, söyleyeceğim şeyleri en iyi bu biçimde söyleyebileceğimi sezdiğim için seçtim. Eski bir biçime dönmek gibi bir amacım yoktu. Belki de bir göreneği genişletmekti bu çaba, bir tekniği. Ayrıca köklü bir kaynağa dönmenin, onu özgürce genişletmenin ne sakıncası var ki? Bir şair neden köksüzlüğü seçsin ki?
Ben biraz da şiirin ezgisel değerini önemsediğim için gazel biçimini seçtim. Sözcükleri örgütlerken ölçüye başvurmadım ama, müzik değerlerini önemsedim. Gazellerin söylemi dikkatinizi çekmiştir. Onlarda içerden bir söylem vardır. Bir oyuncu gibiydim. Böylece gazellerin içtenliği pekiştirildi. Konuşma dilindeki imgesel doku, imgesel söylemin dayanağıydı. Geçmişimizden kopup gelen içeriklerle, daha doğrusu Rebetislerin acılı, hüzünlü, coşkulu yaşamlarıyla kuşatıldım. Aynı rediflerle yüzyıllar boyu yazabilmiş Divan şairlerinin tekniğiyle de… Bireysel yaşamın olmadığı Divan şiiri, ölü bir şiirdi. Eskiye eskiye sesi kalmıştı bugüne. Belki, Türkçe’ye yansıyan sesinden yararlandım. Ama şiir salt müzik değildir. Plastik değerleri de içerir.
“Taş Plak Gazelleri”ni izleksel bir bütünlük içinde kurup yazarken, dergilerde yayımlanan tek tek şiirler için, daha doğrusu şiirlerde geçen özel adlar için açıklamalarda bulunmak gereğini duydum. Şiirleri açıklamak gibi bir kaygım yoktu. Yine de yok. Ancak, gazellerin izleksel omurgasını oluşturan Anadolu kökenli Rum müzisyenler, Rebetisler üzerinde kısaca durmanın yararı var sanırım. Rebetisler, Küçük Asya (Anadolu) felaketiyle İzmir’den, Urla’dan, İstanbul’dan, Bergama’dan, Ayvalık’tan Atina’ya, Pire’ye göçmek zorunda kalan sığınmacılar. Barakalarda yok yoksul yaşamışlar.. Acılarını, kederlerini, hüzünlerini Anadolu’dan getirdikleri çalgılara dökmüşler. 1930’lu ‘40’lı yıllarda kendi kültürlerini oluşturmuşlar. Pire’de doğan Mangaların kültürüyle kaynaşmışlar. Bir alt kültür oluşmuş 1950’lli yıllara dek. Ürettikleri müzik bu alt kültürün bir parçası. Rebetika ya da Rebetiko diye anlamlandırılıyor. Makamları nihavent, hüzzam, kürdillihicaz, rast. Bu müziğin İzmir tarzı ise zeybek havalarına yakın. Çiftetelli ve uzun havalar İzmir tarzını belirliyor. Bir üslup, bir tavır. “Taş Plak Gazelleri”nde onların hüzünleri, coşkuları ve gurbet acıları var.
“Taş Plak Gazelleri”ne hayal gazeller demek mümkün. Hayal olan insanların yaşam serüvenlerine göndermeler yapmayı önceledim bu kitapta. Müzikleri ve sesleri tozlu taş plaklarda kalan, siyah beyiz fotoğraflarda solgun yüzleri belli belirsiz çıkan insanlardı hepsi. Bir ses kanalı aradım onlarla şiirlerim arasında.
“Taş Plak Gazelleri”, geçmişte ortak bir kültürü, ortak sevinç ve acıları, ortak bir coğrafyayı, ortak bir geleneği paylaştığımız Türkiye’li azınlıklar üzerine yazılan ilk şiir kitabı olma özelliğini taşıyor. Şiirimizin, 1990 sonrası, çok uç noktalarda gezindiği bir dönemde, 2000’li yılların eşiğinde, yanı başımda sessiz sedasız kalan geleneksel çizgiyi, sesi sürdürmeyi yeğledim. “Taş Plak Gazelleri”, bu anlamda da klasik şiirler toplamıdır. Klasik tanımlı şiirlerin köklerini önceki kitaplarımda bulmak mümkün. Bu anlamda da yenilikçi şiirlerdir. Yenilikçi şiir; biçim oyunları, sözcükleri kırıp bozma, anlamsızı zorlama değildir. Gelenekçilik adına, ölü birtakım biçimleri yineleme, eskimiş duyarlıklara yeniden dönme de değildir. Yenilikçi şiir, önce şiirdir. İyi şiirdir ve yaşama ilişkindir. Çokanlamlı, aykırı, resmi ideolojinin bilinç öznesi olmayan şiirdir.


[Ahmet Ada, Taş Plak Gazelleri, Broy Yayınları, 1995]



TAŞ PLAK GAZELLERİ’NDEN ÜÇ ŞİİR :

AHMET ADA


TAŞ PLAK GAZELİ


Kış odasında elma kokusu, Roza ve ben ne kadar iyi
Bugün taş plaktan dinledim Roza Eskenazi’yi

Sesine Hafız Burhan’ın kuşları konmuş belli ki
Atina 1934. Kuşlar, bir onlar kalmış anlayan garipliğini

Solgun bir resimde Eskenazi, yanında tanburi
Yüzünde deli divane hicran, gökyüzü gergefi

Bir yalnızlıktan kurtulmuş elinde açelya çiçeği
Değil yok tef bu, uçarken üşümüş yüreği

Ah Roza Eskenazi, bugün taş plaktan dinledim sesini
Yıllar çabuk geçiyor. Kimseler anlamıyor gülün kederini


ABLAM İÇİN GAZEL


Ablam çiçekli basmalar giyerdi. Gurbet ustasıydı,
Sıla mı, hüzün saatleri mi. Eylülün ilk haftasıydı,

Saçlarını tarasa akıp giderdi onlarca keder
Darılsa bana kumral bir yalnızlığa başlardı

Verandanın köşesinde siyah beyazdı sesi
Ablam yaşasaydı solgun şarkılar söylerdi

Eylül müydü albümden düşmüş sonbahar mı
Ne güzel bir güldü bütün özlemi sarardı

Bir gün kalbi kuş uçmayan atlaslara gömüldü
Yaşasaydı kuş olup cezayir menekşelerine konardı



SOLGUN ABLALAR GAZELİ


Eski gramofonlarda gül sesi eskir yaz gelir
Belli ki yaz değil kuşlar göğünden ablam gelir

Ablam gül yetiştirir çiçeksiz balkonda
Solgun bir nehirdir gövdesi, umutsuzluğu sular gelir

Annemin başında kocaman bir şapka, Girit’ten
Gelmişiz biz, ablam sevda şarkıları sular gelir

Solgun bir halk şarkısıdır ablamın gölgesi
Külhan bir ay çıkar, kapı önlerini sular gelir

Ben şuraya koymuştum plakları, şimdi kış abla,
Bir gün çalınır radyolarda dünya içre zaman gelir


[Ahmet Ada, Taş Plak Gazelleri, Broy Yayınları, 1995]



“TAŞ PLAK GAZELLERİ”NİN
DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

MUAMMER KETENCOĞLU*


-İyi günler! Ben Kayseri’den şair Ahmet Ada, telefonunuzu kaset şirketinden aldım.
İşte bu sözcüklerle başladı şair Ahmet Ada’ya tanışmamız. Aylardan da sanırım Marttı. Sesindeki okşayıcılık bende derin bir sıcaklık duygusu yarattı doğrusu. Ardından, zaman zaman yapılan telefon konuşmaları, danışmalar, yazılır yazılmaz mektupla yollanan gazeller bir yandan keyifli bir dostluk yeşertirken, öte yandan “Taş Plak Gazelleri”nin çoğu oluşum aşamasını evime kadar taşıdı. Kitapta benim yazımın kendisininkinden önce gelmesi konusundaki küçük tatlı sürtüşmemizi o kazandı. İşte belki de yerini hak etmeyen bu satırları okumaktasınız şimdi.
Burada şiire ilişkin değerlendirmeler yapacak değilim. Sadece gazellerin bende yarattıklarını küçük müzikal değinmelerle bağlantılı olarak aktarmaya çalışacağım.
Rebekita müziğine duygusal bir tanımla yaklaşacak olursak: iki kıyının yoksullarının müziği diyebiliriz. Bu dramatik bir kucaklaşmadır. Mübadele sırasında Küçük Asya Rumlarının içli, yanık, Anadolu kokan değil, Anadolu’nun kendisi olan türküleriyle; Pire ve Selanik’in sürüklendikleri – seçtikleri yaşam tarzı yüzünden toplumca soyutlanan, başına buyruk “manga” alt kültürünün serkeş, isyankâr ve tekdüze türküleri bir yazgıyı paylaşırcasına, birbirini avuturcasına kucaklaşmışlardır. İlkin ayrı ayrı söylenen bu iki yoksul kitlesinin türküleri, özellikle 1930’dan sonra, en güzel yanlarıyla bir araya gelip asıl Rebetiko’yu, o renkli karışımı meydana getirdiler.
Bir duygu müziğidir Rebetiko. Yurtsuzluğun, bitip tükenmek bilmeyen günlük hayatî sıkıntıların, dolu dolu yaşanan aşkların, hapishane hayatının kederini alabildiğine yalın bulabiliriz bu şarkılarda. Bir de derin bir uyumsuzluğu, bir de esrarcı, derviş (Rumca’ya bu sözcük, “günlük hayatla ilgilenmeyen, boşveren” anlamında, “devrisi” olarak girmiştir) hikâyelerini bulabiliriz bu şarkılarda…Bir de ironik ya da katıksız neşe ifadelerini…Bu, kendine göre asaleti olan yapmacıksız şarkılar, Anadolu’yla ortak paydalar taşımalarına karşın, 50 yıl gecikmeyle bize, Türk insanına ulaşabildi. Ne mutlu ki ulaşabildi.
Bu şarkılar insanlarımızı gerçekten ve derinden etkiledi. Sayıca az ama seçkin ve ısrarlı bir meraklı (bu sözcük de “meraklis” olarak, “bir şeye tutkuyla sarılan” anlamında aynen Rumca’ya geçmiştir) kitlesi oluştu. Kimileri konuyla ilgili bilgiler edinmeye çalıştı, kimileri ise olabildiğince müzik kaydı elde etmeye; bazıları da (benim gibi) müzikal açıdan hemen hemen tam bir özdeşleşme yaşadılar ve türlü soruna karşın bu şarkıları mümkün olduğunca aslına sadık yorumlamaya, insanlara ulaştırmaya çalıştılar. Sevgili Ahmet Ada da Rebetiko müziğini dinlediğinde içinden, o sıcacık şair yüreğinden dalga dalga şu güzelim şiirler adeta fışkırdı.
“Taş Plak Gazelleri”, gazel sözcüğü çevresinde ilginç bir üçlü buluşmaya beşiklik ediyor. Türk müziğindeki gazel, (Rebetikolarda da “amene” olarak geçen makamsal doğaçlamalar diyebiliriz) birçoğu gazel de söyleyen rebetiko şarkıcı ve müzisyenleri, bir de eski bir şiir formu olarak gazel. Bu görkemli buluşmaya günümüz Türkçesinin doyumsuz tadıyla, gerçekliğin her gün daha iyi kavranan karamsar yanı da eklendiğinde bu şiirlerin neden bu denli vurucu olduğunu belki bir parça olsun anlayabiliriz.
Kültürün ve sanatın her alanında ciddi bir kopuş, geçmişin bize devrettiği mirasa karşı bir yok sayma, bir burun kıvırma eğilimi yaygınlaşmaktadır. Medyanın tüketime yönelik olarak desteklediği köksüz, değersiz yaşam tarzına karşılık yeni sanat da aykırılık ve anlaşılmazlık eğilimine itibar etmektedir. Oysa eğer geçmişle bugün arasında nedensel bir ilişki varsa, doğal olarak sanat da günümüzde ulaştığı düzeyi büyük ölçüde insanlığın bize bıraktıklarına borçludur gibi geliyor bana. İşte bu açıdan da son derece ilginç yaratıcılık örneğiyle yüz yüzeyiz: eskiyle yeninin bağnazlıktan uzak ve kendine özgü bir bileşimle uyum sorunu olmaksızın iç içe girdiğini hissettim bu şiirlerde.
Gazeller, Roza ve Marika’nın bugün torunlarınca da aynı coşkuyla hissedilen Anadolu özleminden Papayuanu’nun naif şarkılarına, Marko’nun afyonsuz geçmeyen günlerinden çatlak sesine dek birçok ayrıntıyı içeriyor. İnsan sevgilisini ve koşulsuz dostluğu bir de…hem de en heybetlisinden ve altı çizilmeden. Barış dileği kendiliğinden tüm doğallığı ve insancıllığıyla adeta emilmiş şiirlerce…
Vasilis Tsitsanis eğer bilseydi Türkiye’li bir şairin kendisi için gazel yazdığını, ölüm döşeğinde daha huzurlu olurdu kanısındayım. Ne yazık ki bu gazellerden habersiz öldü. Günümüzün büyük şarkıcısı Yorgo Dalaras – Türkiye’de sesi ve şarkılarıyla nice yüreği bir ateş koruna çevirdiğini, sonra da tedavi ettiğini bilseydi – plağının arkasına Kuzey Kıbrıs Savunma Bakanı’nın teşekkür mesajını iç rahatlığıyla bastırabilir miydi? Doğrusu bilmiyorum. Ama işte elimizde onlarca gazel var. Suyun öte yakasıyla kardeşçe söyleşen, önyargısız, sahici “Taş Plak Gazelleri”..
Tam burada, bir kısım aydınlarımızca kulaktan dolma bilgilerle varılmış yanlış bir yargıya değinmek istiyorum. Yalnızca kaynaklandıkları kültürel yapının görece benzerliğinden yola çıkılarak Rebetiko müziği ve arabesk müzik birbirinin karşılığıymış gibi değerlendiriliyor. Oysa daha ilk yıllardan başlayarak Arabesk müzik bir kazanç alanı haline gelmiş, büyük ölçüde kendini tekrar eden, tüketime yönelik bir çizgiye oturmuştur. Rebetiko müziği ise yok olmaya yüz tuttuğu 1950 ortalarına dek, büyük oranda, müzisyenlerin dolaysız dışavurumu niteliğindedir. Bu yüzden Arabesk müzikte son derece sınırlı temalara yer verilirken Rebetiko için bunu söylemek çok zordur. Türkiye’de Arabesk sanatçıları varlık içinde yaşarlarken, Rebetiko bestecilerinin çoğu, en önemlileri bile yoksulluk içinde ölmüş, hak ettikleri ilgiyi çok sonraları bulabilmişlerdir.
Rebetiko, Türkiye’yle Yunanistan arasında asla yok edilemez bir barış köprüsüdür. Eski malzemeyle ama yepyeni bir ustalıkla dokuyarak ördüğün bir barış köprüsü de senden sevgili Ahmet Ada.


[Ahmet Ada, Taş Plak Gazelleri, Broy Yayınları, 1995]




FEW REMARKS ON “THE ODES OF GRAMOPHONE RECORDS”

By Ahmet ADA


“The Odes of the Gramophone Records” in a subjective way comprises an intention like the look at tradition from today’s perspective. Every poet for sure has got their distinct take for the tradition. This issue has to do with different standpoints and inclinations. My question of tradition diverges from the same question of the others.
With the broadest meaning of it, tradition means the sum of values and tendencies accumulated in the past, within a certain period of time. While writing on “The Odes of the Gramophone Records”, I was aware of what I was investigating. I wanted to question the perception which was ignored by the official history and culture although it does exist in our tradition. To keep the cultural elements and tendencies of peoples with which we have lived together in a brotherly fashion in the past alive, to pave the way for the poetry of a more colorful and richer world have been among my objectives. In this context “The Odes of the Gramophone Records” aims to act as a bridge between today and the past, life styles, cultures and music of the minorities we had lived together in the past. More than anything else it touches upon the sensitivities of the Greek musicians of Turkish nationality. It carries the humanistic tenderness from inside into today’s light.
I have no nostalgic intention to sustain the past again. By taking a look from today at the past, I just wanted to build the objectivity of tradition by my dating and contemporaneity of the past and today by references about the days we live in. Sure enough this is a free and fictitious world.
While writing the odes I lived closely through the lives and music of the Anatolian Greeks. The time challenge was gone. I wrote about today. Hope and despair. That husky and befogged underground music and dignified and proud lives of the creators of that music, their dolefulness and enthusiasm drained of strength of my Mediterranean poet heart. Objectively put, we had so many values in common.
I built “The Odes of the Gramophone Records” on the Rebetises who created so called Rebetiko music. In Rebetiko music, especially in İzmir genre songs, the life style of the Anatolian man springs up. Taking this point into consideration, the richness of the human and music mosaic has been the inspiration source for “The Odes of the Gramophone Records”. With many references it featured a fictitious world. The odes are contemporary poems containing historical references. Perhaps I selected the genre of ode to find the new. Maybe it is not like that. This is so because it cannot be claimed that I stuck to the ode style completely. I should have approached the problematique in a refined and sorting attitude. By blindly complying with the old style, it would have been impossible to display a sorting approach. For this reason I toiled to catch the tragic thing in the lives of the Rebetises or one another detail outside my poetical line. Rhymes were used to enrich rhythm. I took up the ode style since I felt that it would reflect best what I was going to say. It was not my intention just merely to go back to an old style. Maybe it was an effort to expand a custom and a technique. Besides, what harm do turning to a fundamental source, expanding it freely bring? Why would a poet have decided to go for being rootlessness?
One of the reasons I picked the ode style is the fact that I attach importance to the melodic value of poetry. As I organize the words, I did not apply meter yet I cared about their musical values. Discourse of the odes should have caught your attention. There is an inner rhetoric in them. I was like an actor. This way the candor of the odes was consolidated.
The imaginary texture in the everyday speech was the base for the fictitious rhetoric. I was surrounded by the contents reflecting our past or rather the sad, gloomy and enthusiastic lives of the Rebetises. By the techniques of the Ottoman Divan poets who had been able to write for centuries using the same rhymes too… Ottoman Divan poetry was a dead one. As time passed that poetry is only recognized today with its sound. Perhaps I took advantage of its sound reflected in Turkish. Nevertheless poetry does not amount solely to music. It contains some plastic values too.
As I organize and write “The Odes of the Gramophone Records” in a thematic integrity, I felt the need to give explanations to the every single poem, rather proper names mentioned in the poems. I did not have a concern such as clarifying the poems. Still I don’t. Yet I think it is worthwhile to dwell a little bit on the Rebetises, the Greek musicians with Anatolian heritage who make up the thematic backbone of the odes. The Rebetises are the ones who had to migrate from İzmir, Urla, İstanbul, Bergama, Ayvalık to the Athens and Piraeus following the Minor Asia (Anatolia) catastrophe… They had to translate their pains, sorrow and gloom into the musical instruments they brought with them from Anatolia. In 1930’s and 1940’s they created their own culture. They had merged with the culture of the Mangas born in Piraeus. Up to 1950’s a sub-culture was forged. The music they produced is part of this sub-culture. It is called Rebetika or Rebetiko. Modes (makam) of their music are nihavent, hüzzam, kürdillihicaz and rast. The Izmir style of this music sounds close to the western Anatolian zeibek music. Çiftetelli (kind of folk dance music in Anatolia) and uzun hava (unmetered folk song) determine İzmir genre. This is one form and one posture. In “The Odes of the Gramophone Records” there are their sorrow, enthusiasm and the pain of living far from their homes. “The Odes of the Gramophone Records” could be called as fantasy odes. I gave priority making references to the life adventures of the fantasy humans in this book. They were all the persons whose music and voices were left in the dusty gramophone records, whose pale faces appeared vaguely in the white black photos. In between the lines of my poems I searched with them for a voice track.
“The Odes of the Gramophone Records” is unique in a sense that it is the first poetry book to be written on the minorities of Turkey with whom we shared a common culture, common enthusiasm and pains, a common geography and a tradition. In an era of our poetry’s wandering in the extreme margins after 1990, in the thresholds of the years of 2000, I preferred the voice, the traditional line which was beside me quiet and retiring. In this vein “The Odes of the Gramophone Records” is a classic collection of poetry. The roots of the poems defined as classical could be spotted in my previous books. They are in this sense are progressive poems. The progressive poetry does not mean style games, distortion of the words, to coerce senseless ones. It is not, for the sake of traditionalism, repeating the already dead genres, and returning to the obsolescent sensitivities. Progressive poetry is first of all just poetry. It is fine poetry and it has to do with life. It is multiple-meaning, contradictious poetry, not the consciousness agent of the official ideology specialties.

[Ahmet Ada, “The Odes of the Gramophone Records”, Broy Publications, 1995]
Translated by Mesut Senol



THREE POEMS FROM THE ODES OF THE GRAMOPHONE RECORDS:



THE ODE OF THE GRAMAPHONE RECORD

The aroma of the apple in the winter room, Roza and I seem so happy
Today I lent an ear to the gramophone record of Roza Eskenazi

On her voice for sure nest the birds of Hafız Burhan
Athens 1934. The birds, the only ones who appreciate her living far from home

Eskenazi in a faded picture, beside her the tambour
Mad sorrow as a spoon on her face, the sky tenter

Got out of loneliness, the azalea flower in her hand
It is not because of this tambourine, in her flying, her heart got cold

Oh Roza Eskenazi, today I lent an ear to your voice on the gramophone record
Years pass by so quickly. Nobody appreciates the rose’s discomfort

Ahmet Ada
Translated by Mesut Senol


THE ODE FOR MY ELDER SISTER

My sister wears cotton with flower figures. The master of living far from home,
Was it her home, the hours of sorrow? It was the first week of September,

Had she combed her hair, so much grief could have streamed
Had she been upset with me, she used to start brown solitude

Her voice was black and white in the veranda’s corner
Had my sister lived, she would have sung bleak songs

Was is September or was it autumn fallen from the album
How beautiful rose she was, embracing the whole aspiration

One day her heart sank into the atlases no birds fly there
Had she lived, she could have become a bird to perch on the rose periwinkle

Ahmet Ada
Translated by Mesut Senol
THE ODE OF PALE ELDER SISTERS

On the old gramophones the voice of the rose grows old, the summer enters
Obviously it is not the summer; my sister comes from the sky of the birds

My sister breeds roses in the flowerless balcony
Their body flows like an ashen river, her despair runs like water

A huge hat in my mom’s head, from Crete
We have come, oh my sister love songs run wet

A bleak folk song sings the shadow of my sister
A toughie moon comes out, water runs in front of the door

Now it is the winter my sister, I just have put the records here,
One day it is played on radios, its time comes in the people

Ahmet Ada
Translated by Mesut Senol


[Ahmet Ada, “The Odes of the Gramophone Records”, Broy Publications, 1995]
Translated by Mesut Senol



THE THOUGHTS BROUGHT ABOUT BY THE ODES OF THE GRAMOPHONE RECORDS

By Muammer KETENCOĞLU

-Have a nice day! I am Ahmet Ada, the poet from Kayseri. I got your telephone number from the music producer’s company.
This was how I met with the poet Ahmet Ada. I guess it was March. In fact, pleasing element in his voice urged a feeling of warmth in me. Afterwards telephone calls made from time to time, exchange of advice; the odes sent immediately as soon as they are written cultivated a jolly friendship and carried many creation phases of “The Odes of the Gramophone Records” up my home. He won our minute sweet disagreement on whether my writing would precede his was won by him. Now maybe you are about to read the lines which do not deserve their position.
Here I am not going to make evaluations regarding poetry. I would only try to narrate what effect had the odes on me in association with some musical references. If we approach the Rebetico music using a sentimental definition; we can call it the music of the poor of the two shores. This is a dramatic embrace. During the population exchange with their touching songs – though these songs did not smell Anatolia but they were Anatolia themselves – they were dragged or went into a life style in Piraeus and Thessalonica by their choice, and because of their life style they embraced the isolated, independent ‘manga’ sub-culture’s wild, disobedient and monotonous songs as if they share the same faith and as if they console one another. First separate, the songs of these two poor masses especially after 1930’s merged together with their most beautiful elements to generate the original Rebetiko, its colorful blend.
The Rebetiko is music of sentiment. We can find all out and out in these songs about being far away from home, never ceasing daily life troubles, loves experienced fully and the grief of the prison life. Besides we can sense a deep incompatibility and the stories of a hashish addict dervish (this word entered the Greek language as ‘dervisi’ to describe a person who is complacent and not interested in daily life)… Their expressions of irony and pure joy as well… These in their own way noble and unpretentious songs – although they had many common grounds with Anatolia – have reached Turks with a delay of 50 years. Thank God they did.
These songs have really and deeply affected our people. An exclusive and persistent meraklı (curious; this word was burrowed by Greeks as ‘meraklis’ meaning a person who takes up one issue with great passion) mass emerged. Some made efforts to collect relevant information, and some (like myself) have in full identified themselves with this music. They struggled to interpret these songs as original as possible and to convey them to the people. When dear Ahmet Ada heard the Rebetiko music, these most beautiful poems have sprung up from his nice and warm poet heart,
“The Odes of the Gramophone Records” facilitates a triple meeting around the word of ‘the ode’. The ode in Turkish music (in Rebetiko music they are compared to improvisations in different musical modes called ‘amene’), Rebetiko singers and musicians of Rebetiko many of whom perform the odes, and the ode as an old poetry form. We can make a sense of it a bit once this encounter was enhanced with the insatiable taste of the contemporary Turkish and the gloomy side of the reality which is appreciated more every day, we can perhaps somewhat feel how sharp these poems sound.
Serious breaking away from every field of culture and the arts, ignoring the heritage that the past handed down to us and an inclination for considering it unimportant have been becoming pervasive.
As opposed to the media’s promotion of consumptive, rootles, valueless lifestyle, this new art shows respect towards the inclinations for contradiction and incoherence. It seems to me that if there is a causal relationship between the past and today, naturally the level of art reached today owes it to a great extent to the legacy left to us by humanity. Because of this we are faced with an interesting creativity example: I felt with these poems that the old and the new intertwined with each other unfanatical and in a unique combination without experiencing any compatibility problem.
The odes contain a lot of details from the yearning for Anatolia felt with the same excitement today by the grandchildren of Roza and Marika to Papayuanu’s naive songs, and Marko’s cracked voice of the days of opium. Love of the man and his unreserved friendship as well… moreover the most tremendous ones and without being underscored. The wish for peace has been absorbed automatically by the poems with all natural and humane features…
I think had Vasilis Tsitsanis would have known that a poet from Turkey had written an ode for him, and then he would have been more in peace in his dying bed. Unfortunately he died unaware of these odes. The great singer of our days, Yorgo Dalaras – had he known that he flared up and then cured many hearts in Turkey by his voice and songs – would have readily had his second thoughts to have the Minister for Defense of the Northern Cyprus write the appreciation message on his record. I really do not know. Yet here you have tens of odes. The genuine “The Odes of the Gramophone Records” conversed fraternally and unprejudiced by the other side of the water…
Exactly right here I would like to touch upon a misconception acquired by some of our intellectuals through hearsay information. To lead to the same result by the resemblance of the cultural structure they originate, the Rebetiko music and the arabesque music are being treated as if they correspond to each other. In fact, from the very early years, the Arabesque music has become a profit making field, and it got established in a way pretty much to repeat itself and geared up for consumption. The Rebetiko music on the other hand up until the mid 1950’s when this music was about to disappear to a large extent maintained its quality as being the indirect expression of the musicians. Because of this and as opposed to the fact that the Arabesque music has been providing very limited number of themes, it is hard to say the same thing about the Rebetiko music. And again while the Arabesque music singers have been living a life of luxury, the majority of the Rebetiko composers and even the most prominent ones have died in poverty, finding their deserved interest much more later.
The Rebetiko stands as an indestructible peace bridge between Turkey and Greece. Dear Ahmet Ada, you have built and presented a peace bridge out of the old materials woven by you through a brand-new mastery.

MUAMMER KETENCOĞLU*
Translated by Mesut Senol

[Ahmet Ada, “The Odes of the Gramophone Records”, Broy Publications, 1995]
Translated by Mesut Senol



Biyografi
*Muammer KETENCOĞLU
1964 yılında, İzmir'in Tire ilçesinde doğdu. Müzik eğitiminin temelleri ilk ve ortaokul yıllarında körler okulunda atıldı. Çalgılar içinde en duyarak ve severek çaldığı akordeonu seçti.
1983 yılında Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü'nde başladığı eğitimi sırasında değişik ülkelerin halk müziklerine ilgi duydu. Başlangıçta, çağdaş Yunan müziği; Laika ve Rebetika ile tomurcuklanan bu ilgi, yıllar içinde genişleyerek Balkan ve Batı Anadolu müziği ağırlıklı bir temele oturdu.

HALK MÜZİĞİ ARŞİVİ

Özellikle 1989'dan sonra, folklor araştırmaları üzerine yoğunlaştı. Akademik nitelikli olmaktan çok, dikkatli bir araştırmacı duyarlılığıyla yürüttüğü bu çalışmalar, hem kendi repertuvarını zenginleştirdi, hem de dünyanın dört bir yanından müzik ve belge içeren çok kapsamlı bir arşivin temellerini oluşturdu. Sanatçının yirmi yıldır tüm dünyadan geleneksel müzikleri içeren özel LP’ler, kitaplar ve CD’ler toplayarak oluşturduğu özel ve büyük bir kütüphanesi vardır.

ALBÜMLERİ VE YAYINLADIĞI SEÇKİLER

Albümleri: Sanatçı, 1993 yılından beri Kalan Müzik bünyesinde pek çok çalışma gerçekleştirdi. 1993'de eski ve yeni Yunanca şarkılardan oluşan ilk albümü; “Sevdalı Kıyılar/ Latremena Akrogalia” ile dinleyiciye merhaba dedi. 2001 Nisanında sanatçının çocukluk düşü olan “Karanfilin Moruna/Anadolu Zeybekleri” yayınladı. Ketencoğlu'nun 1980'lerden beri çok yakın dost olduğu seçkin müzisyen Cengiz Onural ile beraber kaydettiği bu albüm; hem zeybek müziğinin hayat bulduğu iki ülke Türkiye ve Yunanistan'ın müzik geleneklerini harmanlayan bir deneme, hem de kitapçığındaki yazılar ve katkıda bulunan müzisyenler açısından bir belgesel yapıt niteliğinde. Balkanların her yanından halk şarkıları ve dans havaları seslendiren Bir Balkan Yolculuğu topluluğuyla 2001 Eylülünde “Ayde Mori” adlı albümü, 2007 Temmuzunda ise bir trafik kazasında vefat eden topluluğun klarnetçisi Aytunç Nevzat Matracı anısına, konser kayıtlarından oluşan “Balkan Yolculuğu/ The Balkan Journey” adlı albümü yayınladı. Ketencoğlu, doğduğu topraklara bir vefa borcu olarak hazırladığı “İzmir Hatırası/ Smyrna Recollections” adlı albümünü Ocak 2008’de dinleyenlerin beğenisine sundu. “Eski İzmir’den Türk, Rum ve Yahudi Türküleri” alt başlığını taşıyan albüm 1922 öncesinin çokkültürlü İzmir’ine müzikal bir gezinti. Kırka yakın profesyonel ve amatör müzisyenin katkı sağladığı sürprizlerle dolu bu albüm yüz sayfaya yakın ayrıntılı bir kitapçık içeriyor. Ketencoğlu, 2010 Haziran'ında bestelerinden oluşan "Gezgin / The Traveler" adlı albümünü yayınladı. Müziğini besleyen çeşitli geleneklerden esinler taşıyan ezgilerine yer verdiği bu albüm sanatçının ilk beste albümüdür.


Yayınladığı Seçkiler: 1994 ve 1996'da iki Rebetiko seçkisi olan; “Rebetika “ ve “Rebetika II; İzmir ve İstanbul'dan Yıllanmış Şarkılar” seçkilerini, 1995'te, köklerini geleneksel Doğu Avrupa Yahudi müziğinden alan Klezmer tarzından örneklerin yer aldığı “Klezmer Müziğinin Öncüleri” başlıklı seçkiyi ve yine 1995'te “Halklardan Ezgiler” başlığıyla her kasette bir ülke ya da bölgenin halk müziği geleneğini en saf örnekleriyle biraraya getiren Ermenistan Halk Müziği, Azerbaycan Halk Müziği, Gürcistan Halk Müziği (İberya Özkan'ın katkılarıyla) Orta Asya Türki Cumhuriyetlerden Halk Müziği isimleriyle dört kasetten oluşan bir antoloji yayınladı. Lozan Mübadilleri Vakfı tarafından hazırlanıp 2007’de yayınlanan “Belleklerdeki Güzellik: Mübadele Türküleri” isimli kitap- cd çalışmasının cd editörlüğünü yaptı. Bu çalışma mübadele ile Yunanistan’dan Türkiye’ye göçen ve anadilleri Türkçe olmayan mübadillerin getirdikleri türkülerin alan kayıtlarından Ketencoğlu’nun seçtiği örnekleri içermektedir. Kitapla birlikte hazırlanan bu seçkide mübadillerden derlenmiş Rumca, Makedonca, Pomakça ve Ulahça 38 türkü yer almaktadır.
Yine Lozan Mübadilleri Vakfı’nın Yunanlı KEMO kurumuyla birlikte 2009’da yayınladığı Meriç’in İki Yakasından Ezgiler başlıklı iki cd’lik albümün müzik editörlüğünü yaptı. Bu çalışmada Meriç nehrinin Türkiye ve Yunanistan tarafında yer alan farklı toplumların halk müziği örnekleri bir araya getirildi.

MÜZİK TOPLULUKLARI
MUAMMER KETENCOĞLU VE ZEYBEK TOPLULUĞU

Batı Anadolu’da yüzyıllarca beraber yaşamış Türkler ile Rumların müzik geleneğini sahneye taşıyan topluluk yedi müzisyenden oluşuyor. Batı Anadolu’dan Türkçe ve Rumca zeybekler, halk türküleri ve İzmir tarzı rebetiko örnekleri seslendiren topluluk 2003 yılına dek rebetiko müziği icra eden Kompania Ketencoğlu adıyla tanınmakta idi.
İstanbul, Ankara, İzmir özellikle de Ege kıyılarında birçok konser veren topluluk ayrıca Yunanistan'da; Atina, Selanik, Trikala, Veria, İskeçe, Gümülcine, Kozani, Rodos, Midilli ve Girit, Almanya'da; Berlin, Bremen, Bielefeld, Frankfurt Fransa'da; Paris, Strasbourg ve Metz şehirlerinde çeşitli festivallere katıldı; 2004 yılında Brüksel Güzel Sanatlar Sarayı BOZAR’da sahne aldı. Belçika ve Hollanda'da birçok kez sahne alan topluluk 2007'de Atina Festivali’nde çok başarılı bir konser verdi. Topluluk Yunanlı müzisyenlerle yurt dışında ortak konserler de vermekte, atölye çalışmaları yürütmektedir.

BALKAN YOLCULUĞU

Balkan Yolculuğu topluluğu Türkiye Trakyası'ndan, Çek Cumhuriyeti'ne kadar geniş bir coğrafyadan halk türkülerini ve dans havalarını en saf haliyle yorumlamaktadır. Sanatçının çeşitli dünya müziklerine yaptığı arayış dolu yolculuklar 1993- 1997 yılları arasında gerçekleştirdiği “Yeryüzünün Yedi Rengi” adlı konserler dizisi deneyimiyle zenginleşerek zamanla açık bir Balkan müziği tercihi haline geldi. Balkan Yolculuğu, Bulgaristan Trakyası’nın en tanınmış şarkıcılarından Penka Pavlova ile 1997'de gerçekleştirilen küçük bir turneden sonra, Türkiye'nin pek çok şehrinde, Kıbrıs, Hollanda, Belçika, Bulgaristan, Makedonya, Almanya , İsrail ve Yunanistan'da pek çok konser verdi. Muammer Ketencoğlu Balkan Yolculuğu ile 2001'de Ayde Mori, 2007'de Balkan Yolculuğu adlı iki albüm yayınladı. 2009 baharında çok başarılı bir Bulgaristan turnesi gerçekleştiren topluluk farklı ve otatntik performansıyla ulusal basından büyük ilgi gördü, pek çok TRT programına katıldı.
MUAMMER KETENCOĞLU VE KADIN SESLERİ TOPLULUĞU
Uzun süredir kurduğu bir düşü gerçekleştiren sanatçı, Anadolu’dan kadınlarca yakılmış türküleri seslendirmek üzere 17 kadın sesini biraraya getirdi. 2005 sonundan bu yana, “Kadın Sesleri Topluluğu” adını verdiği koro ile Ketencoğlu kadınlara özgü çoğu zaman göz ardı edilmiş toplumsal kültürü yansıtan kadın ağzı türküleri ustalıkla sahneye taşıyor.
Topluluğun repertuarı, Anadolu’nun çeşitli yörelerinden kına havaları, ninniler ve hüzünlü türkülerle birlikte kaşıklar ve ziller eşliğinde söylenen eğlenceli düğün havalarını içeriyor. Topluluk, kadınlarca söylenmiş iş ve ev yaşamını anlatan türkülerle kadın duyarlılığını yansıtan sevda türkülerini yöresel şive ve ağızları da koruyarak seslendiriyor. Bazı türküler yalın bir düzenleme anlayışıyla iki sesli olarak yorumlanıyor. Topluluk, kadın ağzı türküleri seslendirirken geleneğe saygıyı temel alıyor. Bugüne dek çeşitli televizyon programlarına katılan ve önemli konserler veren toplulukta yer alan koristler arasında mimar, avukat, biyolog, mühendis, öğretmen ve öğrenciler bulunuyor.
Anadolu’da kadınlardan türkü derlemenin halk müziğinde karşılaşılan en önemli zorluklardan biri olmasından yola çıkan Muammer Ketencoğlu ve Kadın Sesleri Topluluğu, türkülerin aynasında Anadolu kadınının kültürünü ve gerçekliğini günümüze taşıyor.
Topluluk pek çok televizyon programına konuk oldu, sevilen dizi Elveda Rumeli'nin dizi müziklerine katkı sağladı.
DİĞER SANATÇILARLA İŞBİRLİĞİ

Sanatçı 1993'den 1997'ye dek, kendisinin de yer aldığı ve her yıl yeni bir repertuvarla yinelenen "Yeryüzünün Yedi Rengi" adıyla, amatör ve profesyonel birçok müzisyeni bir araya getiren, geniş katılımlı konserler düzenledi. 1996'da İvi Dermancı'yla birlikte önce Yunanistan'ın Livadya şehrinde, daha sonra da Atina'da büyük usta Mikis Theodorakis'le aynı sahneyi paylaştı.
1998’de Bulgaristan’ın Dimitrovgrad şehrinde şarkıcı Penka Pavlova ve akordeoncu Petko Daçev ile birlikte sahne aldı. Bulgar şarkıcılar Kitchka Savova, Darina Slavceva ile konserler verdi. 1996-1998 yılları arasında sanatçı Şükriye Tutkun'la yurtiçi ve yurtdışında pek çok etkinliğe, radyo ve televizyon programına katıldı. 1997 ve 2002 tarihlerinde iki kez Kıbrıs Rum Kesimi'nde düzenlenen barış konserlerinde yer aldı.
1999 Eylülünde piyanist ve flütçü Triandafillos Sifiris ve ekibiyle İskece’de çok başarılı bir konser verdi.
1997-2000 yılları arasında tiyatro sanatçısı Tuncel Kurtiz ve şarkıcı Sema'yla; Seyyan Hanım Tangoları ve Cahit Irgat Şiirleri başlıklı deneysel bir proje gerçekleştirdi.
Aralık 2001’de Yunanlı şarkıcı Mario ile birlikte Selanik’te bir konser verdi.

2001-2002 kış sezonunda İstanbul Büyükşehir Belediyesi için her ay farklı ve özel konuklarla belli bir geleneksel müzik temasını incelediği "Yüzyılların Mirası; Muammer Ketencoğlu'yla Müzik Yolculuğu" etkinliğini gerçekleştirdi.2002 Mayısında şarkıcı Teoman’ın konserine bir parça ile konuk oldu.
2005’te Yunanlı şarkıcı Aliki Kayaloglu ile birlikte sahne aldı.

2006 Mayısında tiyatro sanatçısı Mahir Günşiray’ın yönetiminde Federico Garcia Lorca anısına pek çok sanatçının katılımıyla gerçekleştirilen “ Lorca Sıra Gecesi” etkinliğinde sahne aldı.

Sanatçı ayrıca müzik anlayışını paylaştığı birçok müzisyen dostuyla, gerek doğrudan geleneksel müzik; gerekse köklerini geleneksel müzikten almakla birlikte yeni arayışlara açık çeşitli müzik türlerindeki ortak çalışmalarını sürdürüyor. Özellikle; Neyzen Aziz Şenol Filiz ve Tamburi Birol Yayla'nın kurduğu Yansımalar , Cengiz Onural'ın İncesaz topluluğu ve Laz müzisyen Birol Topaloğlu, Mircan Kaya ve buzuki ustası Orhan Osman ile yaptığı çalışmaları bu çerçevede belirtmek gerekir. Sanatçı stüdyo müzisyeni olarak pek çok profesyonel kayda akordeonuyla renk verdi.
RADYOCU KİMLİĞİYLE KETENCOĞLU
Ketencoğlu, 1993 yılından bu yana birçok özel radyo istasyonunda, bütün dünyadan halk müziklerinin tanıtımına yönelik radyo programları hazırlayıp sundu. 1995 Kasımında kuruluşundan bu yana Açık Radyo 94.9'da, merkezine Balkan müziğinin yerleştiği "Tuna'nın Beri Yanı" adlı haftalık programı hazırlayıp sunuyor. Tuna'nın Beri Yanı her Çarşamba 13:00-14:00 saatleri arasında yayınlanmaktadır. 2004’te Belçika’da Radyo Klara’da Türk halk müziği programları sunan sanatçının, Polonya devlet radyo istasyonlarından Radio Bialystok’ta 2004’ten bu yana zaman zaman hazırladığı Turk halk müziği programları yayınlanmaktadır.

BELGESELLER, FİLM VE OYUN MÜZİKLERİ
Sanatçı, araştırmacı kimliğiyle pek çok belgesel filmde bilgi, görüş ve performansını izleyiciyle paylaştı. Bunlardan bazıları; Bulgar yünetmen Adela Peeva’nın yönettiği Üsküdar şarkısının kökeni araştıran “Bu Şarkı Kimin?”( Whose is this song?) adlı belgesel, Nefin Dinç’in yönetmenliğini yaptığı kısa Rebetiko tarihini yansıtan belgesel, Yunanlı yönetmen Yorgos Zervas’ın çektiği “İzmir’in ve İstanbul’un Müziği” adlı belgesel ve Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumunca sekiz bölüm olarak çekilen “Tarihin Kıyısında Suriçi” belgeselidir. Sanatçı, Alman WDR Televizyonu tarafından yapılan göç konulu iki ayrı belgesele de konuşmacı olarak katıldı. Sır Çocukları, Sokaktaki Adam, Çıplak adlı uzun metrajlı filmlerde de müzik danışmanı, müzisyen ve oyuncu olarak yer aldı. Pek çok film ve televizyon dizisi müziklerinde Ketencoğlu’nun akordeonu duyuldu.

Ketencoğlu, Ankara Devlet Tiyatrosu’nca Ekim 2005’te sahnelenmeye başlayan ve nüfus mübadelesine değinen “Sevgili Hayat” adlı oyun ile yönetmenliğini Handan Kümbetlioğlu’nun yaptığı, sinema yazarı Agah Özgüç’ün yaşamına dair “Perdede Işık İzi” adlı belgeselin müziklerini yaptı.

ULUSLARARASI MÜZİK KARİYERİ

Ketencoğlu, geleneksel müzik alanında dünya ölçüsünde oluşturduğu kariyeri ile uluslararası düzeyde aranan bir sanatçı haline gelmiştir.
1995’te Alman yapımcı ve radyocu Birger Gesthuisen Alman radyo istasyonu WDR’de yayınlanan radyo programını Ketencoğlu’na ayırdı. Amerika’nın Sesi- Voice Of America radyosunda Taçlan Süerdem programında çalışmalarına yer verdi.
2002’de Kıbrıs Rum Kesimi radyosu Rig’de araştırmacı Nearhos Giorgiadis’in program konuğu oldu.
2003’te “Ayde Mori” albümünden Jarnana adlı şarkısı, dünyadan geleneksel müzikleri derlemelerde sunan Rough Guide dizisinin bir parçası olarak “The Rough Guide To The Balkans” adlı seçkide yer aldı. Kıbrıs’ta yürütülenCyprus Thing” adlı albümde de Mağusa Limanı adlı türküyle yer aldı. Aynı yıl sanatçı Polonya’da Radyo Bialystok, Belçika’da da Radio Klara için Türk halk müziği programları hazırlayıp sundu. barış çabalarıyla bağlantılı olarak Olive Tree Music tarafından 2004’te İngiltere’de yayınlanan ve çeşitli ülkelerden sanatçıların birer eserle katıldığı “
11-18 Ağustos 2005 tarihleri arasında dünyanın seçkin Klezmer topluluklarından Brave Old World tarafından Almanya'nın Weimar şehrinde "Crossroads İstanbul to New York" adıyla düzenlenen atölye çalışmasına eğitmen olarak davet edildi. Etkinlikte Türk-Yunan ve Klezmer geleneklerinin üçlü etkileşimi, benzerlik ve farkları irdelendi. İlk kez 2000 yılında katıldığı bu projede 2005 yılında Brave Old World ( Alan Bern, Michael Alpert, Kurt Bjorling, Stuart Brotman) topluluğunun yanısıra ünlü araştırmacı- müzisyen Zev Feldman, Amerikalı kemancı Steven Greenman , Yunanistan’dan tanınmış kemancı Kyriakos Gouventas ile gitarist Yannis Alexandris ve Hollandalı akordeoncu Sanne Möricke ile birlikte eğitmen kadrosunda yer aldı.

Ketencoğlu, 19-29 Ağustos 2005 tarihleri arasında, Brezilya’nın Sao Paulo kentinde konserler vermek üzere oluşturulan Akdeniz Orkestrası’na ( Orquestra Mediterranea) davet edildi. Müzik yönetmenliğini Brezilyalı müzisyenler Magda Pucci, Livio Tragtenberg ve Carlinhos Antunes’in üstlendiği 23 müzisyenden oluşan bu uluslararası orkestrada Muammer Ketencoğlu müzik danışmanı, akordeoncu ve şarkıcı olarak yer aldı. Çeşitli Akdeniz ülkelerinden gelen müzisyenler ile Brezilyalı müzisyenlerin oluşturduğu bu orkestra Sao Paulo’da üç konser verdi. Bu konserlerden derlenen kayıtlar 2006 yılında CD ve DVD olarak “Orquestra Mediterranea” adıyla Brezilya’da yayınlandı.
Ketencoğlu, 2006’da Romanya Devlet Televizyon kanalı TVR International’de yayınlanan ve yönetmenliğini Dona Tudor’un yaptığı 8 bölümlük “Ocolul Marii Negre- Karadeniz Etrafında” başlıklı belgeselde, Romen müziği hakkındaki görüşleri ve akordeonuyla verdiği örneklerle yer aldı.
2006’da “Bentbaşa” ismiyle Bosna Hersek’te yayınlanan, 2007’de ise Alman firması Piranha tarafından dünya baskısı yapılan “Sevdalinka – Sarajevo Love Songs” adlı sevdalinka şarkılarını içeren albümde bir eski sevdalinka şarkısı ve ona bağlı olarak “Bükreş’te bir Türk” isimli bestesi ile yer aldı.
2007’de Alman devlet radyo kanalı DW’’de Nüfus Mübadelesinin 80. yıldönümü nedeniyle yayınlanan programda Türk- Yunan ortak müzik geleneği hakkındaki görüşleriyle yer aldı.
Haziran 2007’de Ketencoğlu Folk Üçlüsü başarılı bir Hindistan turnesi gerçekleştirdi. Üçlü, Yeni Delhi’de Türkiye’nin her yanından türküler seslendirdiği konserler verdi.
Temmuz 2007’de Yunan Sto Kokkino radyosunda, gazeteci, yazar Stelios Elliniadis’in program konuğu oldu.
8 Aralık 2007’de Yunan devlet televizyonu EPT’in davetlisi olarak Stin Ygeia Mas adlı sevilen bir televizyon programına konuk oldu. Bu program ünlü şarkıcı, besteci Stelios Kazantzidis anısına yapıldı.

2009 Mayısında İtalya'da Padova Üniversitesi Müzik Tarihi ve Sanat bölümünde doktora öğrencilerine "İzmir'deki Çokkültürlü Müzik Geleneği" başlıklı bir konferans verdi.

Müzisyenin seçtiği türün, öncelikle kendisini mutlu etmesi gerektiğine inanan Muammer Ketencoğlu, her zaman tutkuyla yorumladığı müzik, yine Anadolu, Yunan ve Balkan müziğidir.

Uluslararası medyada Muammer Ketencoğlu:
Difono Music Magazine, Greece/ by Alexis Vakis (2008)
GlobalRhythm – Review on Smyrna Recollections by Malachai Phelps (2008)
Rootsworld # 428 –Review on Smyrna Recollections by Francesco Martinelli (2008)
Songlines- Review On Sevdalinka by Simon Broughton (2008)
Today’s Zaman - Musical Recollections of Smyrna by Muammer Ketencoglu (2008)
Turkish Daily News- A Musician Who Fights and Survives/ by Vercihan Ziflioglu ( 2008)
Qantara.de – A Musical Traveler: Muammer Ketencoglu/ by Tuba Tunçak (2008)
Time Out Delhi - Turkish Delight- [2007]
Friday Magazine- Dubai- A Feel For Life- [2007]
Songlines Müzik Dergisi – Review on Sevdalinka-Simon Broughton [2007]
Elefterotipia - Yunan Gazetesi, dört kez [2002; 2004; 2005; 2007]
I Lesvos Mas- Yunan Dergisi [2006]
Jerusalem Post, Billboard- 100% Türk klezmeri - Barry Davis [2005]
International Herald Tribune- Something is happening in Istanbul, Miltiadis Polyviou [2004]
Rebetika – İstanbul’dan Yunan müziği - Franz L Kessler [2004]
Froots Magazine - Ayde Mori, Chris Williams [2002,]
Froots Magazine - Anadolu Zeybekleri , Chris Williams [2002]





































4 Ağustos 2011 Perşembe

AHMET ADA

Ahmet Ada, 20 Mayıs 1947’de Ceyhan’da doğdu. Şair, yazar. Nazire Ada ile Ahmet Ada’nın oğlu. İlk ve orta okulu Ceyhan’da okudu, (1965). Devlet Su İşleri Ceyhan Şubesi (1967-69), Marangozlar İstihlak Kooperatifi (1971-87) ve otomobil ticareti ile uğraşan bir özel şirkette (1989-93) çalıştıktan sonra emekli oldu. TYS üyesi. 2002 yılında Mersin’e yerleşti. İlk şiiri “Tabuttur Kitaplar” ve Hilmi Yavuz’un şiiri üzerine bir çözümleme denemesi olan ilk yazısı “Hilmi’nin Çocukluğu” 1966’da Soyut dergisinde çıktı. Şiirlerini ve yazılarını Yeni Dergi, Papirüs, Varlık, Gösteri, Adam Sanat, Milliyet Sanat, Islık, Yaratım, Kitap-lık, Le poete travaille, Yom, Heves, Şiir-lik, Eski, Agora, Ünlem, Dize, Ada, Geceyazısı, Sonsuzluk ve Bir Gün, Cumhuriyet Kitap, Radikal Kitap dergilerinde yayımladı. Bazı şiirleri Almanca’ya, Fransızca’ya, İngilizce’ye, Bulgarca’ya, Kürtçe’ye çevrildi.
1980’li yıllar şiirinin önemli bir temsilcisi olarak tanındı. Şiirlerinin İkinci Yeni şiir havzasından beslendiği gözlense de kendine özgü lirik bir şiir kurdu. Gerçekçi tutumlardan beslenen, destansı, lirik, hüzünlü ve incelikli şiirler yazdığı eleştirmenlerce kabul edildi. Son dönem yazdığı şiirlerle, modern şiirin biçimselliği ile modern dünya tasarımına felsefî derinlik katan yeni bir döneme girdi. Uzun ve epik özellikler barındıran şiirlerinde, göç, savaş gibi olgulara insanî bir perspektiften bakarak çok sesli bir şiire yöneldi. Şiirinin başkalaşımını da poetik yazılarla açımladı. Şiirin kavram ve terimlerinin oluşturulmasında çaba gösterdi. “Şiir Okuma Durakları” (2004) adlı kitabı modern şiire ilişkin şiir bilgisi içeren bir elkitabı olarak değerlendirildi. Şiirin sorunları ve “İkinci Yeni” şiirleri üstüne eleştirel, çözümleyici yazılarıyla da dikkat çekti. 2006 yılında, Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ile Eğitim Fakültesi Felsefe Grubu Eğitimi Anabilim Dalı tarafından ortaklaşa düzenlenen sempozyumla “40.Sanat Yılında Ahmet Ada’nın Şiiri” çeşitli yönleriyle ele alındı. 2009 yılında sempozyum bildirileri yayımlandı. 2008 yılında, Mersin Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Sinema ve Televizyon Bölümü “İki Şair Bir Kent” adlı belgeselinde Ahmet Ada ile Celâl Soycan kent kültürünü ve şiiri konuştular. Bu söyleşi DVD olarak yayımlandı. 2009 yılı 21 Mart Dünya Şiir Günü Mersin’de, 43. Sanat yılı nedeniyle, Ahmet Ada şiiri odağında kutlandı. Ahmet Ada’nın “Göründü Göğün Faytonu” başlıklı şiir bildirisi okundu.
Ödül: Gün Doğsun Gül Üstüne ile 1981 Akademi Kitabevi Şiir Başarı Ödülü; Aşk Her Yerde ile 1991 Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü; Vakit Yok Hüzünlenmeye ile 1993 Yunus Nadi Şiir Ödülü; “Onlar İçin Minibüs Şarkısı Üzerine Gözlemler” adlı incelemesiyle 1999 E Dergisi Şiir İnceleme Ödülü.
Eserleri: Şiir: Gün Doğsun Gül Üstüne, 1980; Acıyla Akran, 1983; Yaz Kırlangıcı Olsam, 1985; Yitik Anka, (ilk üç kitabının toplu basımı) 1993; Aşka Her Yerde, 1990; Vakit Yok Hüzünlenmeye, 1992; Günyenisi Lirikler, 1992; Taş Plak Gazelleri, 1995; Küçük Bir Anmalık, 1996; Begonyalı Pencere, 1998; Denize Atılan Çiçek,1999; Gökyüzünün Fıskiyesi, 2003; Denizin Uykusu Üstümde, 2004; Kantolar, 2006; Yeni Kantolar 2007; Sonsuz At (Seçme Şiirler), 2009; Sözcükler Denizi, 2009, Taşa Bağlarım Zamanı, 2009; Paçalı Bulut; Yoktur Belki Ahmet Ada Diye Birisi, 2010
Poetika : Şiir Okuma Durakları, 2004; Şiir İçin Boş Levhalar, 2006; Modern Şiir Üzerine Yazılar 2008, Şiir Dersleri,2011


İKİ ŞİİR

HÜZÜNLÜ LİED


Ben size hüzünlendim
Su kesiği, ince bent, tasalanan yürek
Gazze yanığı gece, çulpan

Issız bir kuyuya zeytin attım
Varır mı dersiniz Yusuf’a? Peki siz
Neden seyircisiniz incirin ağıtına?

Gördüm nar’ın sızladığını koca ovada
Tarih 16 Haziran 2010, ağıt yakıyor
İncir ile nar : Türkçe ile Kürtçe

Ey Zümrüdüanka, ey çulsuz ahali
Ben size hüzünlendim
Yanlışa büyüyen orman

AHMET ADA

[Şairin “Yoktur Belki Ahmet Ada Diye Birisi” adlı kitabından.]



KAPALI KALMAK

Ben mi, ayak sürüyorum bu kışta
Soğuk odalar, kuru dut, pestil,
Üç beş kanto çürüme üzerine
Suyun çürümesi, kentin çürümesi
Rüzgârın söndürdüğü ışığın çürümesi..
Şimdi içi boşalmış ağaca döndü
Bombalanmış köprülerde dolaşan Pars

Ben mi, yaza çıkar mıyım bilmiyorum
Söylesem mi pasajların serinliğini özlediğimi
Caddeleri, dar sokakları, sinema önlerini
Sapınca köşeyi asmalı kahveyi,
İnce bir çisenti yapraklarında
Yalnızca ellerimin uzantısı boşlukta
Yani yalnızlık teyel atan hayatıma

Ben mi, denizin kabuğu, taşın sabrı
Vardır varlığımda dirençli bir kaktüs
Yarın yeniden yürüyebilirim
Bir türkü mırıldanarak sahil boyunca

AHMET ADA


[Şairin “Yoktur Belki Ahmet Ada Diye Birisi” adlı kitabından.]


AHMET ADA

Ahmet Ada was born on 20 May 1947 in Ceyhan. Poet and writer. Son of Nazire Ada and Ahmet Ada. He completed his primary and junior high school education in Ceyhan (1965). After having worked at the Ceyhan branch office of State Hydraulics Works (1967-69), Consumption Cooperative for Carpenters (1971-87) and at a private company dealing with automobile sales (1989-93), he got his retirement. Member to Turkish Writers Syndicate. Settled down in Mersin in 2002. His first poem called ‘Books are Coffin’ and his analytical essay on Hilmi Yavuz’s poetics appeared in 1966 in Soyut (Abstract) magazine. He has published his poems and writings in Yeni Dergi (New Magazine), Papirüs (Papyrus), Varlık (Existence), Gösteri (Performance), Adam Sanat (Adam Art), Milliyet Sanat (Milliyet Art), Islık (Whistle), Yaratım (Creating), Kitap-lık (Libra-ry), le poete travaille, Yom (Luck), Heves (Zeal), Şiir-lik (Poe-sy), Eski (Old), Agora, Ünlem Exclamation), Dize (Verse), Ada (Island), Geceyazısı (Night-article) Sonsuzluk ve Bir Gün (Eternity and One Day), Cumhuriyet Kitap (Cumhuriyet Book) and Radikal Kitap (Radikal Book) magazines. Some of his poems have been translated into German, French, English, Bulgarian and Kurdish.
He was recognized as a notable representative to the poetry of the 1980’s. Though his poetry was perceived to be fed by the Second New basin, he established a unique lyric poetics of his own. Critics acknowledged that he has been nourished by realistic approaches and he composed his poems in epical, lyric, melancholic and refined way. With his latest poems he entered into a new phase in which he utilized spatial harmony of the contemporary poetry and added philosophical depth into the modern world design. In his long and epical poems, he tended towards a polyphonic poetry by looking out of humane perspective at the facts such as migration and war. He annotated the metamorphosis of poetry via poetical writings. He made efforts to get poetical concepts and terms coined. His book called “Şiir Okuma Durakları” (2004) “Terminals of Poetry Reading” (2004) has been regarded as a modern informative poetical handbook. He drew attention by his critical and analytical writings on the poetical issues and the ‘Second New’ poetry genre. In 2006 he was honored by a joint symposium of Çukuruva University Science-Literature Department’s Turkish Language And Literature Section and Education Department’s Philosophy Group Education Section on ‘Ahmet Ada’s Poetry in His 40th Anniversary’. In 2009 the symposium proceedings were published. In 2008 as part of documentary called ‘Two Poets One City’ prepared by Mersin University Communications Department’s Radio, Cinema and Television Section Ahmet Ada and Celâl Soykan talked about city culture and poetry. This interview was out in a DVD format. In 2009, 21 March World Poetry Day was celebrated in Mersin with a focus of Ahmet Ada’s poetry because of his 43rd anniversary of his poetical career. Ahmet Ada’s manifesto called “Göründü Göğün Faytonu” ‘Here Appears Phaeton of the Sky’ was read out.
Prizes: With Gün Doğsun Gül Üstüne (Let the Sun Rise on the Rose) 1981 Akademi Kitabevi Poetry Accomplishment Prize; with Aşk Her Yerde (Love is Everywhere) 1991 Ceyhun Atıf Kansu Poetry Prize; with Vakit Yok Hüzünlenmeye (There is No Time For Grieving) 1993 Yunus Nadi Poetry Prize; with Onlar İçin Minibüs Şarkısı Üzerine Gözlemler (Observations About Minibus Songs For Them)1999 E Magazine Poetry Essay Prize.
Works: Poetry: Gün Doğsun Gül Üstüne (Let the Sun Rise on the Rose), 1980; Acıyla Akran (Acquainted with Pain), 1983; Yaz Kırlangıcı Olsam (If Only I Would Be A Summer Martin) , 1985; Yitik Anka (Lost Phoenix), (Collective Publication of his three books) 1993; Aşka Her Yerde (Love is Everywhere), 1990; Vakit Yok Hüzünlenmeye (There is No Time For Grieving), 1992; Günyenisi Lirikler (Lyrics of Day-New), 1992; Taş Plak Gazelleri (Odes of Gramophone Record), 1995; Küçük Bir Anmalık (A Small Remembrance), 1996; Begonyalı Pencere (Window with Begonia) , 1998; Denize Atılan Çiçek (Flower Thrown into the Sea),1999; Gökyüzünün Fıskiyesi (Fountain of the Sky), 2003; Denizin Uykusu Üstümde (The Sleep of the Sea on Me), 2004; Kantolar (Cantos), 2006; Yeni Kantolar (New Cantos), 2007; Sonsuz At (Infinite Horse – Selected Poems), 2009; Sözcükler Denizi (Sea of the Words), 2009, Taşa Bağlarım Zamanı (I Tie Time to Stone), 2009; Paçalı Bulut (Feather-Legged Cloud); Yoktur Belki Ahmet Ada Diye Birisi (Maybe There is Nobody Named Ahmet Ada), 2010
Poetics : Şiir Okuma Durakları (Terminals of Poetry Reading), 2004; Şiir İçin Boş Levhalar (Empty Plates for Poetry), 2006; Modern Şiir Üzerine Yazılar (Writings on Contemporary Poetry), 2008, Şiir Dersleri (Poetry Lessons),2011



MELANCHOLIC LIED

I felt sad for you
Water cut, thin tyke, worried heart
The night burnt of Gaza, evening star

I cast an olive into a forsaken well
What do you say, would it reach Joseph? Why on earth
You are indifferent to the lament of the fig?

I saw pomegranate whimpered in the huge prairie
Date is 16 June, 201, fig and pomegranate
Wail: in Turkish and Kurdish

Oh, Phoenix, oh destitute people
I felt sad for you
The forest grown into the false


AHMET ADA
Translated by Mesut Senol

[From his poetry collection called “Yoktur Belki Ahmet Ada Diye Birisi” - Maybe There is Nobody Named Ahmet Ada.]



REMAIN CLOSED

Is it me, scuffing my feet in this winter
Chilly rooms, dried mulberry, dried fruit pulp,
A few cantos on rotting away
Spoiling of water, the city
Decomposition of the light put out by the breeze..
Now turned into a hollow tree
The Leopard wandering on the bombed bridges

Is it me, whether I can survive for the summer
Should I tell that I longed for the coolness of the passages
Avenues, narrow streets, foregrounds of the cinemas
Vine clad coffeehouse when you take a turn,
Fine drizzles on the foliage
Only the extension of my hands is in margin
That is loneliness backstitching my life


Is it me, the sea shell, perseverance of the stone
There should be a robust cactus in my existence
Tomorrow I can walk again
By humming a song by the seaside

AHMET ADA
Translated by Mesut Senol


[From his poetry collection called “Yoktur Belki Ahmet Ada Diye Birisi” - Maybe There is Nobody Named Ahmet Ada.]