5 Ağustos 2009 Çarşamba

Sözcükler Denizi'nde - Ahmet Günbaş

“SÖZCÜKLER DENİZİ”NDE (*)

Ahmet GÜNBAŞ

“Bahar mı gecikti kuşlar mı
Eyvah! Gül imecesinde talan
Yüreğimde dinmeyen bir tel
Kuşkuyla yaralı mayıs günleri” (s:23)

Böyle diyor şair, Sözcükler Denizi’nin Seyir Defteri’nde korkunç bir uzaklık ve kırılganlık duygusuyla. Aslında değişen bir şey yok. Bahar da kuşlarda yerli yerinde. Salt karşılama duygusu farklı. “Gül imecesi” dediği aşklarla, dostluk bahçesiyle eşdeğer. Oradaki talan ise eksilmelerle ilgili. Söyleşilerin çekilen suyu da dahil buna. Her yanı telaş almış. Yılın en gözde ayında bile kuşku var. ‘Yaralanmak’ fiili geniş bir çağrışım çemberi oluşturuyor.

Ölümle ölümsüzlük arası bir gelgit... Ve sürekli ölümsüzlük arayışı... Kaptanın telaşından böyle bir sonuç çıkıyor. Gizine erdiği ya da içini doldurduğu her sözcük sonsuzluğu muştuluyor. Sözcükler Denizi’nde bulduğu sözcükleri dingin bir kıyıda gözden geçiriyor. Bu dinginlik kalıcı bir yalınlık bağışlıyor ona. Nesnelere karışmak, nesnelerde bulduğu ezgiyi, ancak yalın kulakların duyabileceği fısıltıyla ıssız yerlerde dolaşan bir kuş sesiyle birleştirmek gayretinde. Tinsel yolculukların belirsizliğinde sonsuzluktan anlaşılan belki de bu. Seslerin/sözcüklerin döküldüğü yerde köpürdükçe kendini yeniden üretiyor her şey! Doğal ki başka biçimde üretiyor. Üretmekle kalmıyor, eksileni yerine koyuyor, tümlüyor:

“Kırık bir rüzgâr örtüyor
ruhumda açılan oyukları.” (s:28)

Tehlikeli oyuklar böylece kapatılırken, şairin belleği gibi yansıyan o kuş, ıssızlığı konuşturmaya çalışıyor:

“Dehlizlerin, kamışların arasından
bir kuş ötüyor.” (s:29)

Dehlizlerin ve kamışların kıvrımı, daha önce geçilen durakları anlatıyor bence. Dolaylı olarak yaşanılmışla örtüşüyor. Nesnel geçişlerde her şey birbiriyle ilintili, benlik alışverişi içinde; parıltılar saçıyor.

Daha çok geriye gidişlerle, yaşanılmışla ilgileniyor Ada. Geçmiş zaman yoksamak, yitik sesleri toplamakla eşanlamlı. Taş Plak Gazelleri’nden (1955) Kantolar’a (2006) uzanan çizgide ‘dramatik’ olan yeniden ve güçlü biçimde karşımıza çıkıyor. Kopan, dağılan her parça duyarlık tellerini harekete geçirse de, daha önce Oyuk’ta sözü edilen o boşluğu doldurmak çok zor. Tekilden çoğula (kişi, aile, halk) kopmuş parçaların öyküsüyle çalkalanıyoruz yaşam boyu. Bazen onarılmaz bir aşk acısı, bazen zorunlu göçlerle savrulmanın dağınıklığı, bazen de ortasından biçilen bir yaşam tarzı allak bullak ediyor dünyamızı:

“Yazılacaktır öyküsü
Gövdesinden kopmuş parçanın.
Işığı kıran iç denizin. Gövdenin tini
arıyor denizini şimdi. ‘Arayıp da
bulanınız var mı?’ diyor Veysel.” (s:31)

Özetle şair, bu tür arayışlara yazgılı. Büyük bir şiirin parçaları gibi bir türlü erişilemeyen!.. Erişilmezlik duygusu sonsuzluğu da körüklüyor böylece. Sözcük halkaları genişledikçe gizine yaklaşıyor. Ancak “Gidilir evet dünyaya doğru / Ama her gidiş de hüzündür” (s:35) diye ölümü kollayarak konuşlandığı Kırık Duruş eşiğinde yorgunluğunu da itiraf ediyor:

“Biz burada kaldık da ne oldu
Arkasına saklandığın narlardan
Durup dururken sakalına dolan kargalardan
İniyor akşam
Su kuşları, günebakanlar
‘Yorgunuz’ diyor” (s:37)

Ah, Derin Beyaz Atlar’a binilse her şey daha kolay olacak! Ama o taşkın hevesiyle gerilerde kaldı. Doludizgin geçti yeryüzünden. İncelikleri, farkındalıkları yaşamadan... Asıl trajedi bu belki de. Yani, daha erken karşılayabilirdik sonsuzluğu Sözcükler Denizi’ne yelken açarak. Seyir Defteri’ndeki burukluk karartıp durmazdı ufkumuzu. Derin Beyaz Atlar’a eklenen ‘upuzun’ sözcüğü, onun geleceğe uzanan bir gençlik iksiri olduğunu imliyor.

“Derin beyaz atlar upuzun anlaşılması güç
Öyledir duvar diplerinde kalmışlığımız
Öyle ya deniz neden kıpırtılı
Dalgınlığımız neden bir orman dalgınlığı
Belki içimize ata ata yer kalmadı içimizde
O yüzden belki de ıpıssız sıkıntıyız” (s:44)

Ama bir Değişmeler Ağacı var ki salkım saçak kucak açıyor “Kül kâğıdı çocuklar”a; “Çeliklerden dörtnala akan türkü”yle (s:45) birlikte tıkır tıkır işliyor. Giderayak“Ağaçlardan denize yürüyen motor”a dönüşüyor. Özetle başka bir ağaçla yer değiştiren ağacımızın yürüyüşü, önderliği uzun süre konuşulacak cinsten. Ağacın yer değiştirmesini diyalektik anlamda tezler savaşımıyla algılarsak, denize doğru yürüyüşün görkemi karşısında hayretimizi gizleyemeyiz. Denize yürüyüş çok özel bir özlemdir şiirin genelinde. Özlemin gerisinde engel tanımaz bir hedeftir. Tazelenme, arınma duygularını da çağrıştırır. Yapıtın adına yaraşır biçimiyle akışkanlığı körükler. Hem de öylesine körükler ki son şiirde (Sarkaç) bile “Deniz hazırlıyor beni sonsuzluğa”(s:75) inancı ölümle kolayca yer değiştirir.

Ada şiirinde nesnel geçişler çok önemlidir ve birbirini izler. Sözü yine Değişmeler Ağacı’na getirirsek; “Çeliklerden dörtnala akan türkü, ağaçlardan denize yürüyen motor” öncesinde “dikey hüzünler yatay hüzünler” örgütlenmesi değişimin sürecinin halkalarını oluşturur. Derken değişimin son halkasında “Uzun güzel kızların” mutluluğuna tanık oluruz. ‘Uzun’ ve ‘upuzun’ sözcükleri her iki şiirin ekseninde yer almakla kalmayıp gerine gerine aydınlığı muştularlar.

Ada’nın bolca kullandığı çocuk, kuş, at ve ağaç imgeleri, iç içe geçen edimleriyle çıkmazdaki insana, dolayısıyla siftinen şiire hareket getirirler. “Sığırcıklar ve her şey kalbimden havalanır” (s:39) dediğinde bir daha anlarız kuşlarla açıklanmanın güzelliğini. Yalın İstekler’in başat olanı ‘gitmek’tir zaten, hem de dörtnala gitmek:

“Bir atın ayakları olurum belki
Rüzgârla yarışan bir atın
Dörtnala uzaklaşan ovadan” (s:49)

Geçmiş zamanı yoklamak denli onu şimdinin içinde değerlendirmek önemli özelliğidir Ada şiirinin. “Kollarını açtığını görüyorum ışığa / Dünyanın güzelliğine” (s:33) örneğinde kırık bir amforayı “Kırık Duruş”una konuk edebilir. “Öğle vakti geçtik denizi” (s:53) dizesinde sanki anı yakalamak için sürer atlarını. Ada’daki ‘zaman’ kavramını rüzgârların, yağmurların, taşların v.b. ortak diliyle yaklaşırız ve tanımlarız Örneğin “mendil sallayan rüzgâr”, “yapraktaki telaş”, “tez ayaklı yağmurlar”, “taşın dili” gibi kişileştirmeler gerekli ipuçlarını verir bize. Artık bu bağlamda eskiliği değil şimdinin içindeki “elma tadı”nı konuşuruz:

“Sen de duydun mu başaklarda
Yağmura biriken zamanı
Geçmişi şimdinin kabuğunda
Yaşadın mı bir elma tadında” (s:54)

O elma tadı ki yaşamın tadı tuzudur. Eğer “Günlerin isi elmaları karartı” (s:75) deniyorsa, biliniz ki yaklaşan felaket umulandan da büyüktür.

Söz konusu büyülü elma tadını biraz daha açımlarsak, insandaki bağbozumunu gösterir bir güz şenliğine erişiriz. Salkım salkım yaşanmışlıklardan süzülen bir şenlik ateşi içimizi ısıtır. Büyük yalnızlığımız, ölüm korkusunu aşarak dengeye ve huzura kavuşur:

“Gök müydü alıp başını giden
Elma rengi., bulutlar mıydı şaşkın
Otun böceğin uykusuzluğu muydu
Kalkıp gittik yaprak toplamaya
Kevser, ben, bir de yaşlı güneş
Kayısı çiçeği kokusu karşıladı
Beni, Kevser’i, bir de yaşlı güneşi
‘Anımsa kırk yıl önce de böyle kokmuştu’
‘Annemin ruhunun dolaştığı eski bahçede’” (s:59)

Kırsal bir fonda gezinir şair. Neredeyse gün ışığıyla yazar şiirini. Oysa kent yaşamına özgü göndermeler vardır büyük sıkıntısında. Evet,“Kof gürültüsünden tanırım kenti / Para tutkusundan, dilin bozuluşundan” (s:58) dolayı sıkıntılıdır. Hatta kaçış halindedir. Ama yabancılaştırmaya boyun eğmeyen iletişimsel bir kaçıştır bu. Oysa kentlerin kulağına küpe olabilecek duyarlıklar içindedir. Örneğin “Ağaç denizine yürüyen gümüş dereyim” (s:46) imgeleminde, kavaklarla kurbağalarla diline doladığı “gümüş şarkı”yı “saat kulesi” görüntüsüyle kente de duyurur:

“Dur da dinle
Gümüş şarkımı
Saat kulesi” (s:46)

Şairin durduğu nokta kimseyi yanıltmasın. İnsanı aramak için yola çıkmıştır o. Köy-kent ekseninde dağılan, yiten, parçalanan insanı!.. Terzi Sarkis’e adanan dizelerde,; vatkalar, şeritler, mandallar arasından “Büyük olsun makas, denizi biçeceğiz / İnsandaki kof benliği, gözüpeklik işte” (s:60) diye haykırdığında, değerler karmaşasını aşıp, Sarkis’in izdüşümünde yeniden biçimlenme sancılarıyla bireyselliğe hizmet ettiğine tanık oluruz. Geçmişi sırtlayan arayışlar doğrultusunda - erdemleri ıskalamadan - insanı biriktirme tavrıyla özdeş kılınır şiir.

Şiddetle kargışlanan “kof benlik”, ne yazık ki kentin taşla konuşmayan yanıyla uzlaşır. Kentsel ilişkiler “Balkonları bir başlangıçtı göklere” (s.62) iyimserliğinde çakılıp kalmış, daha ileriye gidememiştir. Kente inen Abdal kısa sürede varmıştır bu yargıya. Belki de yatıya kalmadan, binlerce çiçeğin çağrısıyla yeniden kırlara vurmuştur kendini.

Bir dinginlik ustasıdır Ada. Öncelikle nitelikli bir sessizlik gereklidir ona. Yalın söze erişmenin ilk koşulu bu olsa gerektir; sessizlik içinde derinliğine inmek!.. Kavrayışlarını, algılarını, görünür anlam katmanlarından daha ötelere taşımak!.. İçsel yolculuğun duraklarında, ağaçlarla, denizlerle, rüzgârlarla uyumlu devinimsel dili çözmüş olmalıdır. Ki böyle bir dilden kaynaklanan dizeler, sonsuzlukla mayalandığı için yakın düşer bize:

“Ağacın sessizliği kök salar ovaya
Denizin dinginliği içinde yitirirsin kendini
Ne kadar uzun ne kadar güzel ne kadar yalın
Hiçbir şey tutamaz yerini
Yapraklardan karılmış rüzgârın sesini” (s:47)

Sözcükler Denizi’ndeki görsel zenginliğe ve ışık bolluğuna şaşırmamak elde değildir! Şair sık sık güven tazeleme gereksinimi duyduğunda, doğaya döner yüzünü. Hemen yakınında kımıl kımıldır dünya. Yaşamak her zaman üste çıkar albenili parıltısıyla. Onu adım adım izleyen Pars’ın çekiştirmelerine aldırmadan ölümle yüzleşir. Arayışların sonu gelmemiştir henüz:

“Çok işimiz var eşsiz olanı bulmak için
Başka bir yerde durmak için
Kamışların öbek öbek toplandığı
Bir göl kenarı olmayabilir
Durmak için o kırmızı noktada
Bir söz, bir imge, bağışlanan parıltı
Yeter “ (s:73)

Son iki dize, Sözcükler Denizi’ne açılmanın amacıyla örtüşür.

Sonuçta yabancısı değildir gideceği ortamın. Meydanı tanrılara bırakmadan,“Ölü annelere karışmış olmalıyım” (s:76) dediği doğurgan bir sıcaklık sarıp sarmalamaya hazırdır yalın oğlunu.

Bence “çok işimiz var” koşutluğunda çok nedenimiz var Sözcükler Denizi’nde birikenleri anlamak için!

(*) Sözcükler Denizi – Ahmet Ada, Şiirden/Diagraf Yayıncılık, 1.basım, Şubat 2009

Hiç yorum yok: