ahmet ada, şiirler ve poetika
Ahmet Ada, 20 Mayıs 1947’de Ceyhan’da doğdu. Şair, yazar. İlk şiiri “Tabuttur Kitaplar” ve Hilmi Yavuz’un şiiri üzerine bir çözümleme denemesi olan ilk yazısı “Hilmi’nin Çocukluğu” 1966’da Soyut dergisinde çıktı. Şiirlerini ve yazılarını Yeni Dergi, Papirüs, Varlık, Gösteri, Adam Sanat, Milliyet Sanat, Islık, Yaratım, Kitap-lık, Le poete travaille, Yom, Heves, Şiir-lik, Eski, Agora, Ünlem, Dize, Ada, Geceyazısı, Sonsuzluk ve Bir Gün, Cumhuriyet Kitap, Radikal Kitap dergilerinde yayımladı.
7 Şubat 2016 Pazar
26 Ekim 2015 Pazartesi
6 Ekim 2015 Salı
18 Eylül 2015 Cuma
Kendi
değirmisinde bir azınlık/şair oluş: Ahmet Ada
Uluer Aydoğdu
Mutlubaharlarevi, İzmir, Eylül 2015.
Ahmet Ada’nın; Taşa
Bağlarım Zamanı[1]
(2009) adlı kitabından Taşın Sesi’[2]ne
(2014), oradan da son kitabı, ‘düzyazı şiirleri’ Yağmur Başlamadan Eve Dönelim’[3]e
(2015) düz-doğrusal (linear) bir hat, bir çizgi çektiğimizde bu üç noktanın
(tabii arada başka kitaplar/ noktalar da var) koordinat sistemindeki kronolojik
uğrak yerleri olduğu doğrudur, ancak bu düz-doğrusal çizgiyi, bu çubuğu alıp
iki ucundan bükerek birleştirirsek non-linear, yani düz-doğrusal olmayan bir
‘Ahmet Ada Çevrimsel Süreci’ elde ederiz.
Peki, güzel, ama ne işimize yarayacak bu?
Düz-doğrusal (linear) zaman algısı, bizi yaşayan;
içinde yaşadığımız ve sevdiğimiz ve öldüğümüz dünya yerine nicelikler dünyası
da diyebileceğimiz bir dünyaya koyar. Böylece bu dünya ve öteki dünya ayrımı
oluşur ki iki dünya demek iki gerçek, ya da 1977 Nobel Kimya Ödüllü Ilya
Prigogine’nin vurguladığı üzere “hiçbir gerçek demektir.” Buradaki asıl sorun ise
bir şeyin içinde olduğumuz zannıyla bir dışarısının, dolayısıyla da dışarıda,
her şeyin dışında bir efendi, bir otorite olduğunu sanmamız… “Bu, “evren
bilmecesini çözmüş” fakat onun yerine başka bir bilmeceyi, yani kendi
bilmecesini koymakla yetinmiş modern aklın trajedisidir.” Oysa düz-doğrusal
(non-linear) zaman anlayışıyla içerisinin ve dışarısının, başlangıç ve sonun
olmadığı bir açıklığa varırız. Öyledir, Ahmet Ada, Taşın Sesi’nde, varlık (being) ile oluş (becoming) arasındaki
ayrılığı ortadan kaldırıp kendisini dışarıda duran bir şair-efendi ya da
şair-otorite olmaktan çıkararak taş dediği oluşa, oluş dediği taşa, yani bütüne
katılarak içeri ve dışarının olmadığı büyülü bir ‘bütünün’ şiirine varır. Sanki
bütün, kendi kendine, kendini dillendiriyordur.
Ahmet Ada Şiir Evreni
Evren, eğer yalnızca ‘patateslerden’, yani büyük
cisimlerden, bu büyük cisimlerin kendi aralarındaki ilişki ve etkileşimlerinden
oluşsaydı (Descartesçı ve Newtoncu biçimde birbirinden ayrı, birbirinden
bağımsız üç boyutlu nesne ve düz-doğrusal, yani linear zaman anlayışı),
kendimize kesin bir başlangıç koyup bu başlangıç koşullarından hareketle
evreni, dünyayı, insanı, dolayısıyla da ‘Ahmet Ada Şiir Evreni’ni
açıklayabilirdik ama bu evrende yalnızca patatesler yok, bu evren, aynı zamanda
da daha küçük, belirsiz ve kararsız yapılanmaların, bezelyelerin de evreni.
Burada; koylar içinde koylar, bu koyların içinde devasa dalgalar ve gel-gitler
var. Küçük fırtınaların büyük fırtınalar gibi davrandığını görürsünüz ‘Ahmet
Ada Şiir Evreni’nde, non-linear, yani düz-doğrusal olmayan geri dönüşsüz
dalgaların -Geri alamam damlayan hüznün mürekkebini-Yağmur Başlamadan Eve
Dönelim, s. 13- var olan anlam, değer ve kuralların kıyılarını, sahillerini
ısrarla ve inatla dövdüğünü, bu alanı durmadan genişlettiğini.
Tamam, çevrimsel süreçlerin döngüsel olduğu,
döngüselliğin ise pek de yaratıcı süreçler olmadığı söylenebilir. Ancak çok iyi
biliyoruz ki evren de, dünya da ve giderek çevremizde gördüğümüz her şey
düz-doğrusal olmayan geri besleme ilmekleriyle birbirlerinin içine yerleşmiş geçici,
ama son derece verimli ve yaratıcı konfigürasyonlardır (yapılanmalar). ‘Ahmet
Ada Şiir Evreni’nde, düz-doğrusal (linear) baktığımızda başlangıç ya da son dediğimiz
uğrak noktaları non-linear, yani düz-doğrusal olmayan geri dönüşümsüz bir
bakışla anlam ve önemini yitirir. Öyle ki Ahmet Ada şiirinde, tıpkı çevrimsel
süreçlerde olduğu gibi sürekli bir ‘ölüm-yeniden doğum’ döngüsü vardır. Bu
yüzden ben ısrarla, Ahmet Ada’da ölümün aslında, yeniden doğum olduğunu
söyleyeceğim. Öyle görünüyor ki özellikle Taşa
Bağlarım Zamanı ve Taşın Sesi’nde
ortaya çıkan ‘ölüm korkusu’ aynı zamanda da doğum korkusu ve doğum kaygısıdır.
Tam da bu yüzden bu iki kitabın son derece yoğun non-linear geri besleme
trafiğiyle birbirlerini var ettiğini söylemek mümkün. Hatta birbirlerinin
içinde birer ‘doğum kanalı’ olarak uzandıklarını da söylemek gerek. Tam da bu
nedenle ‘Ahmet Ada Şiir Evreni’ kendi kendine, kendini organize eden, kendi
kendine, kendini var ettikçe var olup, var oldukça da kendi kendine, kendini
var eden ve dışarıdan bir efendiye, bir otoriteye gereksinim duymayan ‘self-organization’
(kendi kendine yapılanma) olarak görülmelidir.
Görebilen gözler, şairin Taşa Bağlarım Zamanı adlı kitabında zamanı bağladığı taşın aslında
raks eden kaos, yerinde duramayan, böylece ‘yerinde durmayarak duran’ bir
dinamik oluşum olduğunu görecektir. Kitapta, varlık (being) ile varoluş (becoming) arasındaki ezeli ve ebedi çatışma
ana motif olarak görünse de aslında bir varlık varsa, onun arasız, sürekli ‘oluş’
olduğunu ortaya çıkarıyor Ahmet Ada. Şu dizelerdeki ‘hiçlik’ vurgusu, “Belki
hiçlik bu denizden çektiğim/ Belki de hiçlik salyangozun kabuğundan çıkması” ya
da “Elimi uzatsam varlığımın hiçliği”, acı da olsa evrenin ya da doğanın ‘oluşmaktan’
başka bir varlığın olmadığının anlaşılmasından başka bir şey değil. Tabii, arka
planda hiç yoktan bir evrende yaşadığımızı göstermesi bakımından da önemli. Taş,
uyukluyor gibi görünse de, anlam değer ve kuralların ve dilin akışının, insanın
için için ve dışın dışın ağrıyışının, yerinde duramayışının, pervasızlığının ve
giderek başkaldırısının, başka bir söyleyişle de o raks eden kaosun ta
kendisidir. Her defasında damağımızda gelip geçmelerin, hallerden hallere
savrulmaların (faz değişimleri) o kekre, o hüzünlü tadı kalır böylece. Bu
geçici, ama verimli ve son derece yaratıcı döngüyle geçici olmayanın, o ‘varoluşun’
farkına varırız. Öyledir, sonsuzluğun açtığı parantezdir, kapanacaktır, ama
‘Ahmet Ada Şiir Evreni’ girdiğimiz sonlu alanı, o düz-doğrusal çizgiyi, o hattı,
o çubuğu iki ucundan büküp birleştirerek bu kronolojik iki uğrak yerini
sonlandırır ve böylece adeta sonsuzluğun sağlamasını yapar. Başlangıç ve son
birbirine bağlandığında görülecektir ki bir şeyin içinde olduğumuz zannıyla var
sandığımız dışarısı kendiliğinden ortadan kalkmış ve mağlubu olduğumuz o metafizik,
o aşkın sulardan uzaklaşmış ve evrene yeniden dahil olmuşuzdur. İşte evrene,
dünyaya dahil oluşumuzun şiiridir Ahmet Ada şiiri.
Hele bir uyanıp kalmaya görün
Yukarıda, Ahmet Ada Şiir Evreni’nin bir ‘self-organization’ (kendi
kendine yapılanma) olduğunu söylemiştik. Bunu söylerken, çevrimsel sürecin ya
da non-linear, yani düz-doğrusal olmayan geri dönüşümsüz zaman anlayışının
kendi kendine kendi canına kıydıkça kendi kendine, kendini yarattığını vurguluyorduk.
Burada yaratan da yaratılan da, cana kıyan da, canına kıyılan da çevrimsel
süreçlerden geçen evrenin, dünyanın kendi kendine kendisidir. “Bir varoluş cini olduğundan hiç
kuşku duymadığım Goethe, Faust’ta, Mephisto eliyle, “Hep yadsıyan o ruhum
ben!/ Çünkü oluşan her şey,/ Yok olmayı hak eder” derken aslında her şeyin,
dağların, uyuklayan kayalıkların, binaların, anlam, değer ve kuralların
termodinamiğin ikinci ilkesinin mağlubu olduğunu söyler bize şiir diliyle.”. Evren ya da dünya kendi canına kıydıkça
kendini yaratacağını bildiğinden kendi canına kıymakta hiçbir zorluk yaşamaz, değilse
hiçtir. Öyledir, “Dağ yolunda değişmeler içindeyken taşlar” (Taşa Bağlarım
Zamanı, s. 35.) Ahmet Ada da elbette ‘oluş’a doğru bükülür. Rumî’den çalarak söyleyecek
olursam: “Oyun tahtasında bu oyundan başkası yoktur” çünkü.
Ben evrenin, dünyanın, insanın ve giderek
etrafımızda gördüğümüz her şeyin kendinde kendi kendine, kendini var ettikçe
var olup, var oldukça da kendi kendine, kendini var eden birer “güç istençi”
olduğunu düşünüyorum. Bir belirip bir yok olan güç istençleri tam da
kendilerinden bekleneceği üzere birbirinden ayrı, bağımsız yapılanmalar olarak
ortaya çıkarlar. Şartsızlıktan şartlı tahliyeler söz konusudur çünkü. Kuvve
bütün olarak değil, sonsuz gerçekler olarak fiilleşir. Şöyle de diyebiliriz:
Sonsuzluk, sonlu alanlarda var olur ya da ölümsüzlük ancak ölümle mümkündür,
değilse sonsuzluktan ya da ölümsüzlükten söz edemeyiz. Fiil alanı birbirinden
ayrı, birbirinden bağımsız gibi duran, böyle görünen gerçeklerin birbirleriyle
karşılaşıp kapışma, birbirleriyle yeni dayanışmalara, yeni işbirliklerine
girişme alanıdır. Bu da zaten şeylerin/ gerçeklerin kendi imkan ve
kabiliyetlerini (şartlı tahliyedir hepsi) giderek daha büyük bütünlere açma ve
böylece her seferinde yeniden yapılanıp örgütlenme bilgisiyle örtüşen bir
bilgidir. Tabii, sistem dengedeyken, yani zamanın oku geleceği göstermediğinde,
yani bir yarın hayali, düşüncesi yokken oyuncular, aktörler, yani madde kördür.
Kördür çünkü sistem içeriden ve dışarıdan enerji akışları olmadığında var olan
konumunu sürdürme eğilimindedir. Bu durumda az önce söz ettiğimiz oyuncular bir
çeşit uyurgezer gibi hareket ederler ki sistem için bunda anlaşılacağı üzere
nice fayda vardır. Ancak ne olursa olsun, uyuklayan bir kayalık bile aslında
raks eden bir kaostur. Taş gibi deriz ya, eğilmez, yerinden oynamaz, ne
yaparsak yapalım katılığından asla vazgeçmez, o taş bile görebilen gözler için
mücadelenin, kavganın, kapışmanın sürdüğü bir alandır. Yani her şeyde, bir ‘burada
kalmayarak burada kalma’ bilgisi vardır. Hele bir uyanıp kalmaya görün.
“Dilsel bir direnç” olarak şiir
İşte Ahmet Ada da uyanıp kalanlardandır ve bunda, politik
bir bağlam vardır. Belki, Ahmet Ada için doğrudan ‘toplumcu gerçekçi’
diyemeyiz, ama şiirinin, özellikle de son kitabı, ‘düzyazı şiir’ler toplamı Yağmur Başlamadan Eve Dönelim’de “çağıyla
örtüşmeyen, çağından izler taşımayan şiir”e karşı “kendi içinde dilsel bir
direnç”[4]
gösterdiğini söylemeliyim. Son otuz-kırk yıldır Türk şiirinde kaybedilen
sınıfsal bakış açısının yeniden kazanılmaya çalışıldığını, bu bağlamda Ahmet
Ada’nın mevziiye girdiğini görebiliyoruz. Her ne kadar ‘uzaktan baksa’ da şair
“toplumcu gerçekliğin önemli bir deneyim olduğunun” farkında: “Ah benim gülüşüm
çalımlıydı gök bitiminde duran kızlara. Sonra otobüs bekleyen kızlara. Onlar
Gezi Parkı’nda da görüldü. İstiklal Caddesi’nde de. Ve onlar için ‘çapulcu’
denildi. Kırmızılı siyahlı gözüpeklikti topuklarına dek onlar. Naz, berrak, arı
sularla katıldı karnavala. Ben uzaktan baktım.” Ancak bu uzaktan bakış, pek de
uzakta duruyor gibi görünmüyor: Söylence
adlı şiirde (Yağmur Başlamadan Eve Dönelim, s. 22) “insanlığın sorunsallarını içeren, yeni
biçimsellikler taşıyan, izlek genişlemesi içinde olan”[5]
bir tavra, ‘yarınlı’ bir şiire dönüşüyor:
“… Parklar anımsıyor özgürlük isteklerimizi. Ondan
mıdır bilmem duvarlar kuşlarla dolu. Mevsimler savruluyor sökülen ağaçların
yerinde. Enginlikle buluşuyor kuş seslerinin içinden geçen Aşk. Böyle değişiyor
yenilgiler tarihi. Birikiyor usul usul su, bendini yıkıyor.
Sokaklar sarsılmaz değil, panzerler, ejderhalar
yenilmez değil. Şaşmaz balığım yürüyor özgürlüğe. Umudun gürzü iniyor Ferhad’ın
elinde. Dağ geçilmez değil.”
Kuşlu, çiçekli, insanlı ve yarınlı şiirin, yüksek
edebiyat/ şiir adına dışlandığı, politik olduğundan hiç kuşku duymadığım son
derece baskıcı ve zorba bir dönemden geçerek geldik buralara. Yarının olmadığı,
yani zamanın okunun geleceği göstermediği, yığınların bir çeşit dinsel huşuyla
iç döktüğü (sanki bir içleri kalmış gibi), ortalığı, neredeyse birbirine
tıpatıp benzeyen sürüyle ‘için’ kapladığı, hastalıklı sayıklamaların birbirine
eklendiği, bana yükseklerden, yücelerden
söz edin diye ünlüyordu Nietzsche, yükselmeyen
düşer: ya terakki, ya inhitat!, diyordu Tevfik Fikret, yerine, ‘alçaklığın’,
‘düşkünlüğün’ moda olduğu… Özgürlüğün; insanın özü olan akışı, pervasızlığı,
başkaldırıyı gürleştirmek olduğunu unutmuş görünüyor şairler, biz hatırlatalım,
burada kalan, oluş(a)mayan ölür. Tabii, Ahmet Ada’nın yeterince yankı
bulmamasında hem ‘killing by silience’ (sükut suikastı) denen politik bir tavır
var hem de uyuyup kalanlar, uyurgezerler arasında böyle bir etkileşimi beklemek
safdillilik olur. Yukarıda söz etmiştik, zamanın oku geleceği göstermiyorsa
madde kördür ve bu ortamda ‘oyuncular’ birer sleepwalker, uyurgezer olarak
birbirlerinden habersiz, birbirlerine yabancı elemanlar olarak biyolojik
yeme-içme ve çiftleşme aygıtlarına (sürü) dönüştürülmüştür.
Peki bu durumda ne olacak, hemen söyleyelim: Sistem
bütün imkan ve kabiliyetlerini tüketip birörnekleşerek tekdüzeleşinceye kadar
evrimleşecektir ki belki de bu sürecin sonuna çoktan geldik. Türk şiirinde
toplumcu yanların tamamen ortadan kalktığını söylemek sanırım abartı olmaz.
Yerine ‘yarınsız’, ‘geleceksiz’, ‘söyleyecek pek bir şeyi olmayan’ sürüyle iç
döküş, sızlanış ve sayıklamalar var artık. Zamanında kısmen yeni ve ilerici bir
üslup değişmesi olan İkinci Yeni’nin dili bile şimdilerde herkesin hiç de
sürpriz olmayan bir şekilde içinde debelenip durduğu bir bataklığa dönüşmüş
durumda. Yarın yoksa insan da yoktur, dolayısıyla şiir de.
Aydınlık sandığımız bilincimiz belki de bulanıklıktır
“Kendi değirmisinde gök/ Duyabiliyor musun”?, diye
soruyor ya Ahmet Ada, bu soru apaçık evrenin, dünyanın, doğanın, insanın kendi
çevrimsel sürecinde olduğunun farkındalığıdır. Descartçı ve Newtoncu algı
zamanı düz-doğrusal, yani linear ve nesneleri de üç boyutlu ve birbirinden
ayrı, bağımsız konfigürasyonlar şeklinde algıladığı için, böyle bir algının
mağlubu olarak çağımızın bir alameti niceliğin egemenliğindedir. “Şeyleri
büyüklükleri ve ömürleri açısından düşünme alışkanlığında olan bir uygarlık”tan
söz ediyorum. Bu yüzden, Merleau-Ponty’den haraketle aydınlık sandığımızın bilincimizin aslında
bulanıklık olduğunu söylemek mümkün. İşte, Ahmet Ada şiiri, bu bulanıklığı
oradan kaldırmanın da şiiridir. Öyledir, ‘durmadan duran’ evrenin sesini işitiriz,
o raks eden kaosun sesini, durulmuş, sade ve zarif Ahmet Ada diliyle. Varlığın
oluş, oluşun varlık oluşunu… Şöyle de denilebilir: Taşın Sesi, nicelikler dünyasından nitelikler, başka bir ifadeyle
“oluş” dünyasına geçen deneyimin sesidir. Bu bağlamda okuyucuyu bir bilinç
gezintisine çıkardığını söylersek sanırım en doğru tarifi yapmış oluruz.: “Taşın sesi suya değdi/Taze bir
sesti belki yeşil/Varlığım ürperdi duyunca/Ağaçlar kadar büyük müziği”.
“Güzel kitaplar yabancı dildeymiş gibi
yazılmışlardır”
Ve “kendi değirmisinde” Ahmet Ada’nın yarına,
insana, ‘oluş’a, direnişe alamet geldiği ‘açıklık’, Yağmur Başlamadan Eve Dönelim, adlı son kitabı… Kitabı okurken aklımda hep Proust’un “Güzel kitaplar yabancı dildeymiş gibi yazılmışlardır” cümlesi
vardı. Tıpkı fırtına gibi, tıpkı sel gibi, tıpkı volkanlar ya da kuşlar gibi…
Tabii, düzyazı
şiirler bunlar, ama “Düzyazı şiiri (poème en prose), şiirli düzyazıyla
karıştırmamak gerekir.”[6]
Gerekir, çünkü “Şiirli düzyazı düzyazıya aittir.”[7]
Bunları şu nedenle söylüyorum: “Şiirli
düzyazı (prose poème) romanın, öykünün dili olabilir, olmayabilir de. Sözgelimi
Yaşar Kemal’in dili şiirli düzyazıdır. Düzyazının içinde kalır”[8]
ve “Seçkin şiir okuru şiirli düzyazı ile düzyazı şiirin ayrımına varır ve öyle
okur.”[9]
Diğer yandan, bu kitapta Ahmet Ada, ‘oluş’u, akışı, akışkanlığı var edip
gösteren bir üsluba ulaşmış. Bu üslup için Gilles Deleuze
ve Claire Parnet “… kendi ana
dilinde kekelemektir. Bu çok güçtür, çünkü bu tip bir kekelemenin gerekliliği olmalıdır.
Bu sözlerinde kekeme değil, kendi dilinde kekeme olmaktır. Ana dilinde yabancı
gibi olmak. Bir kaçış çizgisi yapmak”[10]
diyordu. Öyle görünüyor ki şair-oluş’la azınlık-oluş aynı ya da benzer şeyler
ve Ahmet Ada Türk şiirine böylesine bir azınlık/şair-oluş’u katmıştır. Öyle olmasa
“Yol devam edecek yol olmaya kendisi için” ya da “… çağları eskiten sokaklardan
öğrendim göğün sinemasını”, der miydi hiç? Deleuze ve Parnet’in yukarıda çok
güç olduğunu söylediği o kaçış çizgilerinden biri de kitaptaki Cellat çağı’dır (Yağmur Başlamadan Eve
Dönelim, s. 40): Ve boynumuz Emrah, sevdamız Karacaoğlan, isyanımız Pir
Sultan’dı. Saçtık Anadolu’ya göz göz sevinç tohumlarını. Kovaladık kibri kale
kapılarından. Usul usul düşerken gölgeler insanlık sofralarına, maviydi soluğu
Yunus’un. Yağmur yeğniydi, ırmaktan alıyordu gücünü./…”
Genel olarak;
'Mekanistik Dünya Görüşünün Ötesi' de diyebileceğimiz bir açıklık ve
berraklıkla düz, doğrusal (linear) olmayan bir zaman ve üç boyutlu uzaya
dayanmayan, yani Descartesçi/Newtoncu algının ötesinde bir zihinselliğin
sahneye/bilince indirdiği şiirler bunlar. Okuduğunuzda zihin, bilinç (sahne) ve
göz üçgeni de diyebileceğimiz kapalı devre sistem tamamlanacak, başka bir
deyişle böylece anahtarı çevirerek yeni bir paradigma altındaki çok boyutlu bir
dünyaya, ‘Ahmet Ada Şiir Evreni’, gireceksiniz.
[1] Taşa Bağlarım Zamanı,
Ahmet Ada, Metis Yayınları, İstanbul, 2009.
[2] Taşın Sesi, Ahmet
Ada, Şiirden Yayıncılık, İstanbul, 2014.
[3] Yağmur Başlamadan Eve
Dönelim, Ahmet Ada, Ve Yayınevi, İstanbul, 2015.
[4] Şiir Dersleri, Ahmet
Ada, Artshop, İstanbul, 2011, s. 50.
[5] Şiir Dersleri, Ahmet
Ada, Artshop, İstanbul, 2011, s. 51.
[6] Şiir
Yazıları, Ahmet Ada, Şiirden Yayıncılık, İstanbul, 2014, s. 65.
[7] Şiir
Yazıları, Ahmet Ada, Şiirden Yayıncılık, İstanbul, 2014, s. 65.
[8] Şiir
Yazıları, Ahmet Ada, Şiirden Yayıncılık, İstanbul, 2014, s. 65.
[9] Şiir
Yazıları, Ahmet Ada, Şiirden Yayıncılık, İstanbul, 2014, s. 66.
[10] Diyaloglar, Gilles
Deleuze/ Claire Parnet, Bağlam Yayınları, Türkçesi: Ali Akay, İstanbul, 1990.
28 Ağustos 2015 Cuma
“Çağdaş lirik şiirin ve düzyazı şiirin
olanaklarını zenginleştirmeye
çalıştım”
Ahmet Ada ile
“Yağmur Başlamadan Eve Dönelim”i
konuştuk.
MİTAT ÇELİK
Mitat Çelik : “Yağmur Başlamadan eve
döneyim (YBED) yirmi ikinci şiir kitabınız. Çoğu düzyazı şiirlerden oluşuyor.
“Ey, kolları fıskiye şiir! İçten bağlıyım müziğe.” Şiirlerinizin müziğini
sorayım.
Ahmet
Ada: Düzyazı şiirlerin bir iç müziği var. Bunu şiirleri sesli okursanız
işitebilirsiniz. Modern şiirin en zoru düzyazı şiir ses olarak eksi konumdadır.
Atonal de diyebiliriz. Ama sözcüklerin kendi sesleri vardır. Sözcüklerden
oluşan şiir dili ses ve anlam üretir. Düzyazı şiirler de öyledir. “İçten
bağlıyım müziğe” derken kastettiğim budur. Melih Cevdet Anday, “dil söylemek
için değil, işitmek içindir. Her şey kulakta oldu bitti. Rimbaud, yıldızların
hafiften fru-fru ettiklerini duymuştu. Öyle ise dediklerini de anlamıştır”
diyor. İşitilen şey, şiirsel sözün müziğidir ve aynı zamanda anlam da üretir.
-Şiir tümceleriniz gramer
kurallarını çiğneyen bir konumda değil. Ne dersiniz?
-Anlamı
cisimleştirmek için sözdiziminde karmaşık bir yolu seçmediğimden. Düşünce ve
imgenin iç içe geçtiği yoğun şiir tümceleriyle yalınlıktaki derinliği bulmaya
çalıştım.
-Varlığın evi” başlıklı şiirinizde ölçülü bir
biçimde cinsellik giriyor şiirinize. Şiirlerinizde cinsellik ender işlediğiniz
bir konu. Yanılıyor muyum?
-Hayır,
yanılmıyorsunuz. Cinsellik hayatımızın bir parçasıdır. İnsanın bütünlüğünü
sağlayan bir olgudur. “Varlığın evi”nde erotik düzlemde yansıtmaya çalıştım.
-“İkinci adamın söylediği”
şiirinizde Gezi direnişindeki anti-kapitalist gruba, dayanışmaya, kardeşliğe,
barışa göndermeler var. Doğru mu kavrıyorum?
-Doğru
kavrıyorsunuz. Sekiz Gezi şiirinin ilki o. Şair öznenin şiirsel söylemiyle
değil, ikinci şahsın şiir söylemiyle olup biteni anlamlandırmaya çalışan bir
şiir. Öteki şiirlerde “biber gazı, duman, ağaç, park, polis, kırmızılı kız,
tazyikli su, kask, Taksim, Ali” gibi sözcükler direnişe, başkaldırıya gönderen
sözcüklerdir. Aynı zamanda dilde bir müziğin kurulması için kullanıldılar.
-“Sonrası ağustos” bölümündeki
“Opera binasının önünde” şiirinizde “Çiçeğe kesmiş opera binası / İçinde gül
sesli dostlarım var / Kuş yolluyorlar lacivert dağlara / Adresimiz belli olsun
diye” diyorsunuz. Mersin bir tutku mu şiirlerinizde?
-İçinde
yaşadığım mekân olarak Mersin, opera binası, deniz, kültürel atmosfer,
arkadaşlarım, saatler ölüme doğru ilerlese de, hem gözümün önünde hem de
belleğimdedir hep. Şiirlerime bir ucundan girmemesi düşünülemez.
-YBED’in kurmaca bir şiiri olan “Ahmet
Erhan’a Anmalık” şiiriniz humor barındırıyor. Neden böyle bir anlatımı
seçtiniz?
-Humor
ya da ironi şiiri zenginleştirici öğelerdir. Lirik şiire kattığınızda “aklın
inceliği” ile şiiri güçlendirmiş olursunuz. Bu şiirimde şairleri bir
orkestranın elemanları gibi göstererek ince bir alaya yol açtım. Ahmet Erhan’ın
erken ölümü, ölümle hesaplaşmayı gerektirdi. Bu hesaplaşmayı ince bir
alaycılıkla yaptım.
-Bu kitabınızla kendinizi hangi
şiire akraba hissediyorsunuz?
-Kendi
şiir deneyimim, başlangıçtan beri, dünya modern şiirine komşudur. “Yağmur
Başlamadan Eve Dönelim”de de, çağdaş
lirik şiirin, düzyazı şiirin olanaklarını zenginleştirmeye çalıştım. Dünya
şiirinin çoğu şairleri bir ritim estetiği kurarken, diğer yandan insanı,
dünyayı, hayatı anlamlandırma çabası içinde oldular. Anlamlandırmayı dolayımlı
olarak yapan şairlere komşu oldum. Geniş çağrışım alanları açtıklarını gördüm.
-Düzyazı şiirlerinizden gövdenizi
doğaya salmışsınız izlenimi edindim. “Olabilirsem dikili bir taş yıldızları
görürüm buradan” diyorsunuz. Nasıl bir şey doğa olmak?
-Saf
olmayan içkin bir şey ve içerdedir. Varlığa uygun bir şey diyebilirim. Toprak,
bitkiler, hayvanlar, deniz, Çiftlikköy; özgür ve aydınlık, hatta özerk bir
evren sunmaktadır bana.
-“YBED’e portre çizimiyle Köksal Çiftçi,
kapak ve iç desenleriyle Canan Güldal katkıda bulunmuş; bu da zenginleştirmiş
kitabınızı.
YAĞMUR BAŞLAMADAN
EVE DÖNELİM
Ahmet
Ada
Ve
Yayınevi, 2015,
98
sayfa, 15 TL
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)