31 Temmuz 2009 Cuma

VARLIK, ZAMAN VE ŞİİR: TAŞA BAĞLARIM ZAMANI

Mustafa Günay[*]

“Başlangıçta şiir vardı.” Ya da “Önce şiir vardı” gibi sözleri sıkça duyarız. Uygarlık tarihinin bugüne kadar uzanan kültür birikimi içinde şiir ve felsefe en önemli unsurlar arasında yer alır. Felsefenin, felsefi düşünme tarzının şiire kazandırabileceği boyutlar kadar, şiirin felsefeye ve aynı zamanda sanata kazandırabileceği olanaklar da söz konusudur. Bunun yanı sıra özellikle şairlerimizin yapıtlarının felsefe açısından yorumlanması ve değerlendirilmesi önümüze yeni yollar ve ufuklar açabilecektir. Bu bağlamda Ahmet Ada’nın Taşa Bağlarım Zamanı adlı yeni şiir kitabının bazı yönlerine değinmek amacındayım.

Varlığa ve varoluşa yönelik soruların felsefi düşüncenin doğuşunda belirleyici bir rol oynadığını söyleyebiliriz. Ancak ontolojik sorular yalnızca felsefenin değil, aynı zamanda edebiyatın ve şiirin de önemli temaları arasında yer alır. Felsefe ve şiirin yapı ve söylem bakımından bütün farklılıklarına karşın, insanın varlık ve zaman karşısındaki hallerini dile getirme ve yorumlama bakımından birbirine yakınlaştıklarını, birbirini beslediklerini görebiliriz. Ahmet Ada’nın Taşa Bağlarım Zamanı adlı kitabı da, varlık, zaman, hiçlik, varoluş, değişme, ölüm, kaygı, sıkıntı gibi ontolojik ve varoluşsal kavram ve temaların felsefi bir zeminde karşımıza çıktığı bir şiirler toplamı. Ada’nın kitabı varlık, yokluk, hiçlik sorunlarının şiirle yoklanmasının, araştırılmasının örneklerini bir araya getirmektedir. Ama bunu yaparken şiiri ve felsefeyi bir diğerine indirgeme tuzağına düşmediği açıktır.

Ölümlü olduğunun bilinciyle, her an ölüme ve yokluğa doğru sürüklendiğini gören insan, bu durum karşısında derin bir varoluşsal kaygı /sıkıntı duyar. Bu durumu Sartre bulantı, Heidegger kaygı, Camus ise saçma olarak adlandırmışlardır. Ada’nın şiirlerinde dile gelen özne de, bazen monolog bazen de diyaloglarla, söz konusu varoluşsal kaygı ve sıkıntıyı metafizik bir deneyim olarak yaşamakta ve bu deneyimlerin yorumunu şiirsel söyleme taşımaktadır. Heidegger’in de söylediği gibi, “dil varlığın evidir.” Şairler de şiirlerinde bir varolma mekanı inşa etme çabasına girişirler. Bu mekan ölümlü, gelip geçici bir varolan olarak insanın aynı zamanda varoluşunu anlama ve anlamlandırma uğraşısında kaygı ve sıkıntılarını giderme yolunda sonu gelmez çabalarının da temel bir göstergesidir.

Mevcut dünyanın şiir dilinin yapısı içinde dönüştürülmüş betimi ve eleştirisiyle birlikte Ada, arzuladığı, umut ettiği dünyanın özlemini de ifade eder. Verili gerçekliğin /dünyanın ötesine işaret eden yönleriyle, ütopik bir boyutu da içeren şiirleriyle Ada, şiiri bir “umut ilkesi” olarak görür. Bu nedenle Ada’nın şiirlerinde ontik-estetik ve gizil bir politik perspektiften, yaşanan zamanın ötesinde ütopik bir zamana, geleceğe vurgu yaptığını da saptamak mümkündür. Özellikle “Alnı Akıtmalı At” ve “Belirtiler” şiirlerinde ütopik unsurlar belirgindir: “İnsan ne arar derinde ta dipte /Kör bir makas, eski dillerden /Tılsımlı sözcükler.(…) İnsan iyi şeyler arar denizde/Para geçerli değil.” (Belirtiler, s.28) Başka bir ülke ve yaşam arayışını ortaya koyan şu dizeler de, tüketim kültürünün egemenliğindeki günümüz kentlerine ve yaşama tarzına yönelik bir eleştiri, başkaldırı ve bir arayışı ifade eder: “Bulabilseydik keşke sedir ağaçlı bir ülke,/Çözülürdü sıkıntılarımız bir demet başak gibi /Gösterişsiz, kibirsiz yol alırdık yine / İnsanın ta içine, kardeşlik ormanına./Abartılı sahte görkemli /Paranın üretildiği kentlere/Kentlere döndük yine.”(Alnı Akıtmalı At, s. 34)

Ada’nın denize ve diğer doğal mekanlara olumlu, kent vb. kültürel-toplumsal mekanlara ise daha çok olumsuz baktığını saptamak mümkündür. Elbette bunda insanın kendine ve başkalarına yabancılaşmasının ve temel insani değerleri kaybetmesinin ve söz konusu değerlere duyarsızlaşmasının, yani tarihsel-sosyal mekanlarda varoluşun anlamını kaybetmiş olmasının önemli bir rolü bulunduğunu da unutmamak gerekir. Bu bağlamda kentlerden ve kente yabancılaşmış, bunalmış, bir çıkış yolu ve umudu bulamayan insanlardan söz ederken, şairin yanı başında bazı hayvanların yer alması dikkat çeker. “Bize ne oldu? Biz kara halkı neden kaçtık/İçinde varolmadığımız kentten?”(s. 33) diye sorarken, “Takılıverdi peşimize bozkırdan/Kurtardığımız alnı akıtmalı at”tan söz eder. Ada’nın bu kitabındaki şiirlerinde en sık karşılaştığımız diğer hayvanlar ise geyik ve pars’tır. Ölümü simgeleyen Pars'ın dolaştığı pek çok şiiri vardı Ada’nın son yıllardaki kitaplarında. Ama Taşa Bağlarım Zamanı kitabında "geyik"ler de dikkati çekmeye başlar. Geyik, Türk kültür tarihi içinde taşıdığı anlamlar ve işaret ettiği değerler/kavramlar bakımından da önemlidir. Pars ve temsil ettikleri ile bir karşıtlık halindeki geyik imgesinin insanın varoluşuna yeni anlamlar ve değerler kazandırma bakımından da önemli olduğunu söyleyebiliriz. “Yıllardır, yollar açılır yollar kapanır/Pars izimi sürer. Bir yolu tamamlarım /durmadan.”(Altıncı Zaman, s. 48) “Zamanın tefeciliğiyle” ve “açgözlü parayla” yırtılmış insan yüzleriyle dolu kente yönelen şair şöyle der: “Kente doğru yavaş yavaş yürüdüğümde/Caddelerde bulvarlarda geyikler görüyorum.”(Yedinci Zaman, s. 49) “Geyik” adlı şiirinde de şairin kente bakışı ve şaşkınlığı ortaya konulur: “Toprak sahipleri topraklarındaydı hâlâ/Kente lodos kapısından girdim/Yanımda beyaz bir geyik/Kimse bir geyikle geldiğime inanmadı/Ne patlak gözlü bankerler/Ne karanlık koridorların mübaşirleri” (…) Bütün gün caddelerde yürüdüm,/Bakıp geçtiler kayıtsız biçimde/Savaşlardan kurtardığım geyiğe.”(Geyik, s.27) Kendine ve insani değerlere yabancılaşmış, duyarlığını yitirmiş insanın, yeni bir başlangıca ve değişime işaret eden simgelere ve değerlere ne ölçüde kayıtsız kalabildiğini dile getiren bu şiir, bir bakıma varlığın ve varoluşun anlamı hakkında sorular sormayan, ezbere yaşayan, tüketim kültürünün akıntısında sürüklenen kitle insanının da bir eleştirisi ve şiirce değerlendirilmesidir.

Ahmet Ada’nın şiirlerinde geçen hayvanların ve bazı mitolojik simgelerin aslında insana bazı değerler ve anlamlar konusunda yol gösterici bir işlev taşıdıkları söylenebilir. Başka bir deyişle insanlığın ya da belli bir topluluğun/ulusun kolektif belleğinde derin kökleri ve izleri bulunan kimi simgeler (at, geyik vb.) Ada’nın şiirlerinde insanın varoluşsal kaygılarını ve toplumsal-tarihsel sorunlarını aşmada etik bir dayanak olarak da ortaya çıkarlar. Bir bakıma söz konusu simgeler şiirlerdeki ütopik arayışlarla da bağıntılıdır. Geçmişten süregelen kimi simgeler ve değerler, bu bağlamda, insanlığın yeni bir geleceğe yönelmesinde ve onu inşa etmesinde de vazgeçilmez unsurlar durumundadır. Ada’nın şiiri yalnızca hayatın kendisinden ve felsefi-yazınsal metinlerden değil, aynı zamanda kültür tarihinden de beslenir. Onun şiirinin kaynakları çok çeşitli ve zengindir. İlk bakışta göze çarpmasa da Ada’nın şiirinin kökleri kültür tarihinin derin topraklarına uzanır. “Geyik” şiirinde olduğu gibi, tarihsellik ve güncelliğin buluşması söz konusudur. Varlığa ve zamana yönelik soruların şiirle yoklanması ve dile getirilmesi, tarihsellik temelinde gerçekleşir.

Ada’nın şiirinde doğanın da önemli bir yeri vardır. Ancak onun şiirindeki doğa, yaratıcı imgelemden süzülüp geçmiş, poetik bir biçime bürünmüş doğadır. İçinde yaşadığı coğrafyanın büyük ölçüde Ada’nın şiirlerine yansıdığını görebiliriz. Dünya’ya Mersinden, Akdeniz’in kıyısından bakan şair, kendi yaşama çevresinin koşullarından ve kendine özgü renklerinden yola çıkar ve giderek Akdeniz’in diğer bütün kıyılarına/uçlarına ve dünyaya uzanır. Akdeniz’in havasını taşıyan şiirleri, bütün yeryüzünü kucaklayan bir yönelimi de barındırır içinde. “Denizin şamdanları yanar bir bir/Akşam akşam kentin ışıkları da./Çarşıyı geçer bir uçtan bir uca/Balkonları dolduran sardunya kokusu,/Köşeyi dönünce birdenbire Pessoa/İstersen bırak anlatsın leylak/Ortadoğu’yu, ölü doğmuş yıldızları,/Akşam. Denize giren aydır/Bunalmış insana yabancılaşmaktan/(…) İstersen bırak konuşsun leylak/Gündoğusunu, başdöndürücü denizi./ ‘Gazze’de yine çocukları öldürmüşler’/Kana bulanmış sesiyle konuşsun leylak.”(Yine Deniz, s. 15). Şairin geniş bir dünya ilgisi içinde yaşadığı zamanda tanıklık ettiği vahşete ve barbarlığa karşı estetik bir duruşu ortaya koyduğunu görür ve artık leylaklara başka bir gözle bakmaya başlarız.

Ada’nın şiirlerinde insanın varlık ve zamanla ilişkisini şiirin olanaklarıyla dile getirirken, sıkça “deniz” metaforuna başvurduğunu görürüz. “Gün boyu ölçtüm biçtim denizi/Ne kadar yanımdaydı kuşun zamanı?/Gölgenin zamanı ağaçtaydı/Uçup gitti nar giyimli gökyüzü”(Yağmurdan Sonra, s.10) Zamanın anlamını sorgulayan insan, çevresindeki nesnelerin zamanla ilişkisini de yorumlar. Bir bakıma zamanı düşünen, sorular soran yalnızca insan olmakla birlikte, zaman varolan her şeyin üzerinde hüküm sürer: “Günebakanlar zamanı mırıldanıyor/Köpekse taşı, deniz küstüğü maviyi/Ben içimdeki boşluğu mırıldanıyorum/Cenaze törenlerindeki yokluğu/Belki hiçlik bu denizden çektiğim balık/Belki de hiçlik salyangozun kabuğundan çıkması/Ama hepsi varlığıma dokunuyor/Önce o büyük sonsuzluk duygusu”.(Önce Boşluk, s.11)

Zaman varlığın değişim sürecidir, değişimler zamanı kavrama ve yorumlama konusunda insan için en önemli ipuçları ve göstergelerdir. “Zaman rahvan atı gök çatının” diyen şair, varlık ve yokluk arasında insanın varoluşunu söz konusu değişmeler bağlamında anlamaya ve anlamlandırmaya çalışır: “Denizin eşiğine oturuyorum/Demek ki yalnızlığın eşiğine/Elimi uzatsam varlığımın hiçliği/Çok eski bir boşluğu dolduruyor/İçim dışım kumun zamanı/Vakti sormuyor kuşlar”.(Değişmeler Denizi, s.18)

Varlık ve yokluk arasındaki değişme süreçlerinde insanın dünya içindeki durumuna bakarken, Ada deniz kadar topraktan da söz eder.”Bir ayağım toprağa gitmekte/Bir ayağım denizde hâlâ”.(Parçalanmış Zaman, s. 58) Bireyin yalnızlığı kadar başkalarına karşı duyduğu dayanışma, paylaşım ve kurulabilecek beraberlikler de önemlidir. Varoluşsal kaygılar/sıkıntılar ve aynı zamanda toplumsal sorunların ağırlığı ve acısı her insan için geçerlidir. Bu bağlamda Ada’nın şiirlerindeki özne, yalnızlığın duvarları arasına kapanmaktan çok başkalarına yönelmekten yana bir tavır sergiler: “Deniz, o kocaman tanıdık bahçe/Onaramaz varoluşumun kaygılarını/İnsan neye yarar onaramazsa/Başkalarının kaygılarını doğduğunda/Kim verdi bana bilinci - /Nereye ait bu parçalanmış ben/Kuşlar bile birlikte uçarken”.(Belirtiler II, s.29) Bir başka şiirde de kuşlar, insanın anlamsızlaşan varoluş durumlarına işaret ederler: “Bu insanlar ne ister? Kendileri kanatsız / Kuşken. Hangi erinç doldurabilir/Kalan günlerini”.(Taşa Bağlarım Zamanı, s. 36)

Ahmet Ada’nın varlık, hiçlik ve zamana yönelik yaptığı dokunmaların ve yönelimlerin felsefi derinliği kadar psikolojik boyutu da önemlidir. Varlığı sorgulayan akıl ve onu şiirleştiren imgelemin dayandığı duyarlık da aynı gerçeklikten beslenir. “Gitmeyen yol var mı? Büyük/Olsun isterse varoluşun acısı. Gidiyorum /Hüzünden anıtlar bırakarak.”(İkinci Zaman, s. 40) Elbette varoluş yalnızca acı ve hüzün değil, kimi zaman sevinç demektir. Varlık, hiçlik, yaşam ve ölümün birbirine dönüşmesi gibi, acı ve sevinçler de birbirine dönüşmektedir. “Benim yokluğa yürüyüşüm,/Hiçliğe kanışım onlardan. Denizin kapısını/Arayışım yıllardır. Sevinci çekici,/Üzüncün nacağı arasında çözülsem de/Yıllardır, yollar açılır yollar kapanır/Pars izimi sürer. Bir yolu tamamlarım/durmadan”.(Altıncı Zaman, s. 48)

Ahmet Ada, bu kitabında yer alan şiirlerinde insanın varoluş hallerine ve varlık karşısındaki duruşuna, ontolojik ve etik boyutları birlikte ele alarak yöneliyor ve içinde yaşadığımız tarihsel zamanın ağırlığı ve yol açtığı kaygılarla imgelemimizin ufuklarını otantik bir şiirin deniz kokan rüzgarıyla devindiriyor. “Deniz dedim o büyük sözdizimi/O büyük sözlük derine indirdi ruhumu”.(Bugün, s.9)

Ahmet Ada, Taşa Bağlarım Zamanı, Metis Yayınları, Mayıs 2009, 58 sayfa.

Radikal Kitap, 31 Temmuz 2009, sayı : 437




[*] Yrd. Doç. Dr. Çukurova Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Felsefe Grubu Eğitimi ABD, mgunay@cu.edu.tr

9 Temmuz 2009 Perşembe

MODERN ŞİİR İÇİN FRAGMANLAR IX

AHMET ADA

Şiir, Roman, Biçem, Biçim.- 2006 yılı, Türkiye’de ve dünyada insanlığın acı çektiği, katledildiği, ülkelerin işgal altında tutulduğu, sömürünün ve sınıfsal uçurumların alabildiğine arttığı bir yıl oldu. Küresel kapitalizmin Irak’ı işgali her gün yüzlerce insanın katledilişini getirdi. Irak’ın toprakları kan gölü haline dönüştü. Küresel kapitalizmin emperyalist karakteri vahşetin gündemden düşmediği bir ortam yarattı. Halkları, mezhep, din, dil, ırk ayrımı gözeterek birbirine kırdırma yöntemi bölgemizde en geçerli yöntemdir hâlâ.

Türkiye açısından küresel kapitalizmin etkisi, ekonomik, siyasal, kültürel alanlarda belirgindir. 2000 yılı sonrasında, kâr eden kurumların yabancılara satışı, basın ve medya üzerindeki baskılar, kültürel kanonun değer yitimine yol açan yayınları, sömürü ve talan düzenine eklemlenme çabaları olarak görülmelidir. Kısaca her alanda kurulan baskı, yıldırma, sindirme, sığlaştırma; demokrasinin ve dilin (Türkçenin) aldığı yaralar kolay kolay iyileştirilemeyeceğe benziyor. İktidarın cumhuriyet ve demokrasi düşüncesini gerileten ‘zihinselliği’ bütün alanlarda kendini hissettiriyor. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik, adalet, demokrasi kavramlarının Postmodern düşünürlerce ‘meta anlatı’ olarak adlandırılıp tüketilmesi söz konusudur. Bu kavramların modernitenin temel kavramları olduğunu unutmadan bilimsel, siyasal, kültürel, teknik ve endüstriyel devrimlerin tamamlanmadan ‘küresel süreç’ başlamıştır. Geç kapitalizm ya da komprador kapitalizmi, eklemlendiği küresel kapitalizmin ufku içinde sömürü ve talan düzenini pekiştirmektedir. Ekonomik, kültürel, siyasal, teknik ve endüstriyel alanlarda küresel kapitalizme bağımlılık Türkiye’yi yaşanması güç bir ülke haline getirmiştir.

Küresel kapitalizme eklemlenme çabaları, onun kültürel kanonu üzerinden bir değişimi getirmiştir. Sanat ve edebiyat endüstriyel alanın tecimsel ürünü konumuna gelmiştir. Basın yayın endüstrisi, yazın dışı, tüketilmeye elverişli ürünleri yayımlayarak, yazınsal alanın geri plana düşmesini sağladı, sağlıyor. Emperyal kanon en acımasız işleyişini iç pazarda gösteriyor. Roman, Türkiye’de, tecimsel ortama atılan yazınsal tür oldu. Modern şiirin ve öykünün romana göre tecimselleşmediği, sığlaşmadığı; endüstri içinde, medyada, yazılı basında gündemden düşürüldüğü görüldü. Şiir ve öykü küçük ölçekli dergi ve yayınevlerinde, biraz da kendi içine kapanarak varlığını sürdürüyor. Bu gidişle, 2007 yılının da şimdiden bir roman yılı olacağını söylemek bir öngörü olmaz. Çünkü iç pazar, yazınsal nitelik aramaksızın romana yatırım yapıyor. Ve yazınsal ürünü değil, yazarı öne çıkarıyor. Eleştirinin çöküşü, gazete kitap eklerinin emperyal kanon doğrultusundaki kitap tanıtım yazıları eni konu metalaştırılmış bir edebiyatı gündeme taşıyor. Tarih ve geçmişin övgüsü biçiminde geliştirilen ve roman sanatına hiçbir katkısı olmayan, ‘kullan-at’ ilkesiyle okunan romanlar oluşturuluyor. Türkçe’nin kusurlu kullanıldığı bu romanlarda ‘biçimsizlik’ başat öğedir. Dil bilinci ise yerini bilinçsizliğe bırakmıştır.

2006 yılında, emperyal kanonun dışındaki nitelikli roman, direnç noktalarını yazınsal nitelikte ve biçimsellikte aramaktadır. Öykü, aşınmaya uğramadan biçimsel arayışlarını sürdürüyor. Şiir, gündelik politikanın estetiğe verdiği zararları görüp hayatı anlamaya ve anlamlandırmaya yol açıcı biçimde devam ediyor. Şiir, giderek ‘seçkin’ bir konuma yerleşiyor. Olağanüstü biçimde çeşitleniyor, dünya şiiriyle bütünleşiyor, dünyanın bundan haberi olmasa da.

Şimdiden, bir öngörü olarak söylemem gerekiyor: Modern şiir, huzursuz ve travma hali süregelen toplumsal ortamda kendine bir çıkış yolu bulabiliyor. Genç şairlerin kişisel poetikalar oluşturmasının bir nedeni de ekonomik, toplumsal, siyasal kriz halidir. Her alandaki kriz, şiirin estetiksel değer yitimini tetiklememiş, tersine, şairlerin şiire kapanmalarına yol açmıştır. Bir tür sığınma hali. Bu da, şiire duyulan özgüveni arttırmıştır.

Söylemek gerekir: Toplumumuzda sanata ve edebiyata karşı gösterilen kayıtsızlığı ortadan kaldıracak bir öneri öne süremiyorsam, sorunsallaştırılan şeyin yazın dışı alanları kapsamasındandır. Entelektüel birikimi olan yazar ya da şair, gerçeklikle roman ya da şiir arasındaki ilişkiyi, romansal ve şiirsel biçimle kurarak gerçeklik düzlemini dönüşüme uğratır. Gerçekliği romanın ya da şiirin gerçekliği yapar. Edebiyatın, çağın ruhunu dille biçimlendirerek yansıtması beklenir. Ama şiirin, romanın gerçekliği, salt çağın ruhunu yansıtmasından değil, onu sunuş biçeminden/biçiminden kaynaklanır.

Deliler Teknesi, Temmuz –S Ağustos, Sayı : 16

5 Temmuz 2009 Pazar

4 Temmuz 2009 Cumartesi